Her gün seviyor, özlüyor, duvara çarpıyor, seviniyor, üzülüyor, korkuyor, anlatıyor, dinliyor, satırlara sığmayacak nice eylemler yaşıyor ve günün sonunda yaşadıklarımızı heybemize koyup...

Her gün seviyor, özlüyor, duvara çarpıyor, seviniyor, üzülüyor, korkuyor, anlatıyor, dinliyor, satırlara sığmayacak nice eylemler yaşıyor ve günün sonunda yaşadıklarımızı heybemize koyup geleceğimize taşıyoruz.
 
Dünün geleceği yarattığını belki yaşarken hatırlamıyoruz ama aslında her bir dün ile bugünümüze tohum atıyoruz. İşte bu farkındalıkla yaşanan her bir saniye de hayat doluyor, anlam kaynıyor. Yarını garanti zannederek ertelediğimiz her şey, içimizde bir yerlerde saklanıyor ve ortaya çıkacağı günü bizim belki de hiç duymadığımız bir heyecanla bekliyor, bekliyor, bekliyor… Korkularımızdan yapmadıklarımız, içimize attıklarımız, vermediklerimiz, alamadıklarımız, söyleyemediklerimiz kalkanlarımızı zımparalamaktan ve kendimize yabancılaşmamızdan başka bir işe yaramıyor. Bir de bunun bedeli var elbet. Kendi yüreğimizle, sorumluluğumuzu alarak yaşadığımızda ödeyeceğimiz bedel, içimizde tutup, bastırdıklarımızla yaşayacağımız bedelden daha ağır değil. En büyük yanılgımız da bu değil mi zaten? Ben senin, onun, diğerinin hayatını yaşarım, böylece düşmem, yanlış anlaşılmam, yalnız kalmam, sevilirim diye yaşamadık mı bir saniye bile olsa.

Kendimizden eksilte eksilte yaşadığımız duygularımız bir süre sonra başkalarının bize ne yaptığına ve ardından getirdiği hissine tabi olmadı mı? Konuşmak isterken susmalarımız, ağlamak isterken gülmelerimiz, istemediklerimizi yapmaya tamam deyişlerimiz…
Hepsinin nedeni korku, o korkunun da varlık sebebi yalnız kalma olgusu değil miydi?

Farkındalık dediğimiz şey işte tam şu anda bunları okurken içimizden “Aslında...” diyerek başlayarak ettiğimiz içi evet dolu cümleler. Her gün kalbimizin, yani kendimizin bize söylediklerini görmezden gelip yaşamak, farkındalığımızı bir adım ileri taşımadığı gibi kendimizi bize unutturan en zehirli şey.

Uygulamaya dönmeyen hiçbir farkındalık anlamını bulamaz. Okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz insanlar, aldığımız eğitimler içimizde bir şeyleri değiştirmeye ya da var olan korkularla yüzleşmeye karar vermediğimiz sürece bulut olmaya mahkumdur. Hayat üzerine düşeni her an yapsa da, verdiklerini, vermediklerini kendimiz için bir işaret alıp içine bakmadıkça olduğumuz yerde aynı döngüleri yaşamaya evet demeyi kabullenmiş oluyoruz.

İnsan en çok kendine yenildiği zamanlarda kızıyor. Korka ürke yaşadıklarımızdan, suçu başkasına atıp, rahatlamaya çalışsak da, yalnız kalıp da kendimizle baş başa oluverince; kalp, “Tüm olanlar senden sebep” dediğinde bir anlığına da olsa kabulleniyor, gerçeği biliyor ve en çok kendimize kızıyoruz. Çünkü gerçek ben; o güçsüzlük ve acizlik içinde davranan, hisseden, yapan benden çok daha güçlü. Bunu kalpten biliyoruz.

Başkası olmak, başkalarının ne düşündüğünü önemseyerek yaşamak, onlara göre şekil almak kolay. Ama kendin olmak; işte bütün mesele bu. Tanrı herkesi aynı yaratmak isteseydi, her birimize farklı bir parmak izi tanımlamazdı değil mi?

İçindeki gücün tüm korkularını yenmene yetecek kadar fazla olduğunu keşfettiğin gün, onlara bakmaya cesaretin olacak. Acı dediğin şey içine girip baktıktan sonra yerini senin dolduracağın eşsiz bir duyguya bırakacak. Yara almamış bir ruhun yaşadığını gösteren herhangi bir ibareye rastlayabilir misin? Yaralansan da, düşsen de, dibe vursan da devam etmek için çok fazla sebebin var. Var olana ettiğin şükür duygusu yeniden başlaman için toplaman gereken cesareti de getirecek sana. Ve içindeki seni yaşamaya başladığında güneş daha farklı doğacak, kulağına söylenenler daha başka anlam bulacak, yaptıkların, evet ve hayır seçimlerin seni daha az yoracak.
Utanmadan yaşamak hayatı; senden beklenenle değil, sen olarak yaşamak...


Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak… Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak…