Geçen gün bir cümleyi not ettiğimin farkına vardım, demek ki her zamanki günlerdenmiş.
Geçen gün bir cümleyi not ettiğimin farkına vardım, demek ki her zamanki günlerdenmiş. Günlerimiz ise tenis maçı gibi aslına bakarsak. Nasılsa hepimiz her gün, bir şeyleri berbat ediyor, bir şeyleri güzelleştiriyoruz.”
Tenis maçına benzeyen günlerimiz gibi hayat her yerden sürekli top geliyor. Bizlerde gelen topu karşılıyoruz.Zaman geliyor karşıladığımız o topa harika vuruyoruz ve şöyle deyiveriyoruz: “Bravo bana bu işi iyi kıvırdım” …
An geliyor havalara dikiyorsunuz yada dikenli tellerin ardına gidiyor top.
Patlıyor bile bazen.“Aman”’ diyorsunuz sonra, “niye böyle yaptımışım ki.”
“Niye öyle” dedimişim ki. Niye sinirlenmişim ki. Niye tutamamışım kendimi. Sabrımızı peki niye kaybetmişiz. Ama aslına bakıncada bu işler hep böyle.
Bazı toplar içeride, bazı toplar dışarıda. Maçtaki gibi tıpkı.
Kim hangi maçta, topu hep içeri atabilmiş, hiç kimse.
Kim hangi günü tam istediği gibi yaşayabilmiş, hiç kimse.
Bir ara uyumadan bazı sorulara cevap verirdim kafamda.
“Bugün neye sevindim, neye üzüldüm” ya da “Bugün neyi iyi yaptım, neyi yapamadım”, ya da “Yapamadığım şeyi nasıl daha iyi yapardım” gibi...
Sanki gün, bir çizelge gibi ine çıka geçmiş de, sonra ben ona şöyle bir geri bakış yapıyormuşum gibi.Bazen iyi oluyor kendine uyumadan önce dışarıdan bakmak.
Uykuda yerleri değişiyor bir şeylerin. Ne bileyim, mesela rüyanda bir köpek paten kayıyorsa, aslında bir duygunu alıp başka yere götüren kurye oluyor filan. Bilmiyorum orasını.
Sonra vaz geçtim bu soruları cevaplamaktan.Kendime öyle deney faresi gibi davranmaktan sıkıldım.Aman işte bir şeyler iyi oldu, bir şeyler de düştü kırıldı.Bir dahakine daha dikkatli olurum demeye başladım.Kendimi sürekli temize çekmekten yorulmuştum. Kusurluydum, defoluydum, yamalıydım. Ve bu tamamdı. Tamdı.Top hep içeride olamazdı. Kusursuz, defosuz ve yamasız kimse de yoktu.(Burada hemen bir sosyal medya parantezi açayım. O herkesin cennette geçirdiği zamanlar serabına pek kanmayalım. “Yeni doğum yaptım ama nasıl güzelim” resmini postluyorsun, sonra dönüp bunalımlı lohusalık günlerini yaşıyorsun. Birine “beni şurada çeker misiniz” diye harika bir manzara postluyorsun, sonra yalnızım diye ağlıyorsun. Spor postlayıp, günün geri kalanında oturup telefonuna bakıyorsun, kahve postlayıp o sırada sevgilinle kavga ediyorsun. Ne lohusalığın, ne yalnızlığın, ne can sıkıntın, ne de kavgan orada. Sadece mutluluk çarpı şans eşittir vay be! Hep yağmurdan sonra çıkan gökkuşağısın mübarek.)
Gerçek bir gün, kusursuzluk umuduyla başlayıp, bir sürü kusurun tekrarlandığı ama arada harika tesadüfler, unutulmaz anlar ve keşifler de barındıran bir aşure.
İçindeki tatlı üzümleri ayırıp, instagrama koysan da, haşlanmış fasulye de var içinde. Nasıl fasulyesiz aşure olmuyorsa, kusursuz gün de olmuyor işte.
Haydi o halde devam, bir şeyleri devirip, bir şeyleri düzeltmeye.
Düşününce aslında: Hepimizin içinde Kendimizle ilgili dolaşan cümleler var.
Ben şöyleyimdir, şunu sevmem, bunu yapamam gibi. Bunlar sanki bizi ayrıştıran güzel çitler gibi görünse de, aslında parmaklıklar. Bizi kendimize hapseden biziz. Bu cümlelerle, bu varsayımlarla.
Bu cümlelerin çoğu, büyüyene kadar duyduklarımız.
Geçenlerde bir çizgi filmde çocuk, odasında dağ gibi dağınıklık olan arkadaşına sordu: “Odan ne kadar dağınık, ne zamandır toplamadın?”
Çocuk da cevap verdi: “Doğduğumdan beri toplamadım.”
Biz de, doğduğumuzdan beri toplamıyoruz aslında dağınıklığı.
Eve gelen misafire annemizin hakkımızda söyledikleri, komşunun fısıldadıkları, kırk yılda bir gelen bir halanın bize sarılırken ağzından dökülenler hepsi birer parmaklık gibi sarıyor etrafımızı.
Dağıtıyor odamızı, içimizi.
Frekanslar karışıyor, bazı laflar çelişiyor derken, bir bakmışız onlar biz olmuşuz.
Belki de anneler babalar olarak en dikkat etmemiz gereken, çocuklarımıza haklarında hissettirdiğimiz, duyurduğumuz cümlelerimiz.
İyi ya da kötü yorumlarımız.
Çalışkan deriz.
Onu çalışkan olduğu için sevdiğimizi düşünüp, ömür boyu ilgilenmediği şeyleri çalışabilir.
Tembel deriz, çalışmak istediğinde bu isteği ona yabancı gelir.
Bir sussak ve sadece ihtiyacı olduğunda orada olsak tamam aslında ama gel de becer bunu, tut çeneni. Kendimize de böyle. Doğduğumuzdan beri toplanmamış bir oda.
İçimizde ses ayarını bile tam yapamadığımız bir dolu ses. Kakofoni.
Herkes kim olduğumuzu bizden önce ve bizden iyi bilmiş.
Sonradan tanıştıklarımızın da vokalleriyle sağ olsunlar, bir senfoni çıkıyor ki ortaya, kolaysa otur dinle.
Çoğu insanın oturup, gözlerini kapatıp sessiz duramamasının da sebebi. Kafamız şişmiş.
İçerisi öyle gürültülü ki, televizyonun sesi bile ilaç gibi geliyor.
Benim de öyle.
Hakkımda denilenlerin hayat yolunda ayağıma takıldığı oluyor.
Sanki o dev yosunlu Afrika’nın ucundaki İğneler Burnu’ndaki sahil gibi.
Yürüyorum ama dev yosunlar, kollar gibi dolanıyor ayaklarıma. Ayaklarım yere, ayaklarım çime basmıyor.
Basmıyordu.
Sonra bir gün, ayaklarımı bulmak istedim.
İçimden geçen her cümleyi kedi gibi boynundan yakalayıp, yüzüne yüzüne bakmayı öğrendim.
“Kimsin sen, kim dedi seni, kim gönderdi bana?”
Anlayınca kimden, neden geldiğini, onu yere bırakıp, “Söyle ona, o değilim ben” diyebiliyorum.
İçimizdeki cümlelerde, kendi sesimizle söylediklerimizi ve başkalarının sesiyle söylenen dublajları ayrıştırıp, ayağımızı yere basmak ve odamızı toplamak zorundayız. Sevgiyle Kalın…