PAZARDAN BELLİ OLMUYOR MU PAZARTESİNİN GELİŞİ
Pazartesi sıkıntısı, cuma kaçışlarından. Sorun pazarteside değil, kaçmakta; pazartesiden cumaya yaşadıklarımızdan kaçmak istememizde. Yaşadığımız hayatlardan kaçmak istememizde. Yaşadığımız hayatın işten güçten ibaret hale gelmesinde. Bizi memnun, tatmin etmeyen işler yapmamızda, o işlerin omzumuza taşıyabildiğimizden fazla yük yüklemesinde sorun.
Mesela herkes iple çeker Cuma günlerini çünkü bilirler ki ertesi gün tatildir, huzurdur, bir hafta yapamadığımız veyahutta yapmaya işten güçten fırsat bulamadığımız herşeyi tatil günlerine sığdırmak isteriz hepimiz. En sevdiğiniz yemekleri yapmayı, en sevdiğiniz filmleri izlemeyi, en sevdiğiniz yerlere gitmeyi bile hep cumadan sonraya bırakırsınız çünkü ertesi günün tek avantajı alarmsız uyanmaktır.
Ya en sevdiğimiz şeyleri o gün yapsaydık? Yanında en iyi hissettiğimiz arkadaşımızla akşamüstü bir kahve için sözleşseydik meselâ? Oyuncularını pek sevdiğimiz filmi izlemeyi hafta sonunu atlayıp o akşama erteleseydik? En sevdiğimiz yemeği o öğle üzeri yemeyi planlasaydık? Pazar gecesi uykuya, ertesi sabah yiyeceğimiz tarçınlı kekle içeceğimiz çayın kokusunu duyarak dalsaydık? İçinde en iyi hissettiğimiz elbiseleri, ayakkabıları o gün giymek üzere bir kenarda hazır etseydik, yanına da en sevdiğimiz kokuyu koysadık? Okula yeni başlamışız gibi karın ağrısıyla, biraz önce limon yemişiz gibi bir suratla geçirdiğimiz “pazartesi ıstırabı” biter miydi? Sevdiğimiz bütün güzel şeyleri o gün yapsaydık, pazartesi daha güzel bir gün olur muydu?
Devrim yapıp bir pazarteside her şeyi değiştiremezdik. Ama her pazartesiyi ufak ufak sevdiğimiz eylemlerle süslemeye başlasaydık, önce sıkıntılarımız hafiflerdi, sonra giderek “o gün yapacak güzel şeyler bulmak” bir alışkanlık haline gelirdi. Ona düşüncelerimizde iyi anlamlar yüklemeye başladıkça, duygularımız da iyi yönde değişirdi. Çünkü bize iyi geleni yapmak, bir daha bir daha yapıp böylece onu hayatımızın bir parçası haline getirmek doğamızda var. Sorunun cevabı: Evet, değişen alışkanlıklarımızla beraber, pazartesi evrim geçirip daha güzel bir gün olurdu.
Yeni alışkanlıklarımız, yavaş yavaş eskilerle yer değiştirirdi. Pazartesi sabahı “Nasılsın?” diyene “Ne olsun pazartesi işte!” demeyi yavaş yavaş bırakırdık. Yakınmaktan vazgeçerdik: “Ay çıkamadım hafta sonundan, hiç çalışmak istemiyorum!” Bir karış suratla sinirli sinirli dolaşmazdık ortalıkta. Nasılsa öğle üzeri, akşam üzeri, akşam evde bizi bekleyen güzel şeyler olurdu. Güzel şeyleri beklemenin verdiği güzel duyguyu hissetmek varken, kendimizi gerecek sözlerden, davranışlardan, sohbetlerden uzak durmayı tercih ederdik.
Hayat hep tercihlerden oluşuyor. Bazen birkaç şık kendiliğinden beliriyor, birini seçiyoruz. Bazen mevcut seçeneklerin yanına kendimizinkileri ekleyip hakkımızı ondan yana kullanıyoruz. Ömrümüzün bütün pazartesilerini öğrendiğimiz gibi geçirmek de bir tercih, gelecek pazartesileri kendimize yeniden öğrettiğimiz biçimde yaşamak da. İlki herkesin kabulü, ikincisi bizim kabulümüz.
Ne yapacağız peki? “Sistem böyle” deyip yaşayıp gidecek miyiz? Herkes kendi hayatından mesul. Onu memnun kılacak, tatmin edecek işi bulmak, yoksa yaratmak kendi sorumluluğu. Omzundaki fazla yükü yere bırakacak olan da yine kendisi. İnandığı bir hedef koyup o hedefe ulaşmak için çaba harcasa, pazartesileri işkenceye çeviren hayatından kaçarken yorulduğundan daha az yorulur.
Pazartesiden cumaya seveceğimiz işler bulabiliriz, yoksa yaratabiliriz. Kabul, vakit alabilir. Ama bulana, yaratana kadar pazartesi sancısı çekmek kural mı? Çok meşhur ismiyle “pazartesi sendromu” kader olabilir mi? Akşama yapacağı, düşününce bile onu mutlu eden küçük bir şey bulan için değil.