Yaşamımız hızlı.

Yaşamımız hızlı. Bazen beklenmedik durumlarla beklenmedik zamanlarda karşılaşıyoruz ve bu hızlı tempo içerisinde değişikliklerle karşılaştığımızda aynı hızı devam ettirmeye çalışıyoruz. Hâlbuki ruhun gidişatı daha yavaş. Ruh, olan biteni anlamak, sindirmek ve aynı düzleme gelebilmek için zamana ihtiyaç duyuyor.
 
Ölümlü olduğumuz ve ölümün her an kapımızı çalabileceği gerçeği tek başına yüzleşmemiz için çok büyük. Kendimizi ait ve desteklendiğimizi hissettiğimiz bir toplulukla bu gerçeğe bakmak bizi cesaretlendiriyor ve aynı zamanda insanlık olarak ortak bilinçaltımızda bulunan bilgelikleri hatırlamamıza yardımcı oluyor.
Şifa veya iyileşme dediğimiz şey o yavaşlama anlarında gerçekleşiyor zaten.
 
Hastalık, ölüm veya yas konularında tecrübelerimiz elbette farklı. Herkese uyacak bir şablondan konuşmak mümkün değil. Ama yavaşlamaktan konuşabiliriz.
 
Kendimizi ait hissettiğimiz topluluktan bahsettim biraz önce. Böyle bir topluluk içinde olmadığımızın farkına varmak ve bunun eksikliğinin sonuçlarını görebilmek bile yavaşlamaya bağlı.
Yaz güneşiyle geldi ve ısıttı içimizi. Donmuştuk, üşümüştük, korkmuştuk.
Saklanmıştık ve beklemiştik. O kapıyı çalınca, savaştaki sevgilisinden mektup bekleyen eski zaman aşıkları gibi kapıya koştuk.
Sıcacık bir kucak gibi açtı kollarını. “Gel” dedi, “buz gibisin, dışarı çıkalım, bulutlara ve ağaçlara bakalım, denize girelim ve kumlara basalım, rüzgarın uçuracağı incecik şeyler giyelim... Gel, sudan çıkan ıslak bir köpeğin yaptığı gibi, silkeleyelim şu endişeli soğuğu üstümüzden.”
Yazın elini tutup, uslu bir çocuk gibi dediklerini yapınca, içimde bir ferahlama oldu gerçekten.
Avucumda sıkı sıkı tuttuğum ve artık avuç içimi yara yapan o keskin endişe taşlarını bıraktım elimden.
Yaz şarkıları hep, “ne olacaksa olsun” der.
Öyle bir his yayıldı içime, mürekkep gibi yavaş yavaş. Daha şarkıyı bile duymadan, dans etmeye başladım.
Belki de soyunmaktan, bilmiyorum ama güneşe de çıkınca ve bir de ıslanınca, beden artık iyice bırakıyor tutunduklarını.
Sıcağı çok sevmem ama yazın bu kısmını seviyorum.
İnsanı hafifliğe davet ediyor.
Dün gece rüyamda George Clooney’e, esintili bir gemide “Çocuğun var mı” diye soruşum hep bu hafiflikten. Varmış, daha yeni bir yaşına basmış.
Kafanı susturup da yazın sesini dinlediğinde, “ne olacaksa olsun” diyen şarkı dışında sesler olduğunu da fark ediyorsun.
Deniz susmadan kayalara bir şey anlatıyor, böcekler “hadi artık çiftleşelim” diye bas bas bağırıyorlar, rüzgar uzaktan getirdiği haberleri kulağına fısıldıyor.
Uzakta bir motor kararlılıkla balıkları nasıl yakaladığını anlatıyor dalgaya.
Güzel bir kitaba başlıyorsun.
O kitapla artık her şey başka olacak ve sonbahara başka biri olarak başlayacaksın.
Kitabın sayfaları ıslanacak, sararacak, tükenmez kalemle çizilecek cümleleri.
Bu kitap, tıpkı o şarkı gibi bu yazı hatırlatacak sana.
Bazen bir sayfasının yarısına geleceksin ama o sabırla seni bekleyecek. Yaz kitabı olmak nedir, bilecek o da.
Her ne kadar sana her şeyi anlatmak için sabırsızlansa da, bir anne gibi bekleyecek hazır olmanı. Onu eline almanı.
Gözlerini satırlarında gezdirip, dalıp gitmeni. Hatta bazı geceler, daha cümle bitmeden uyuyakalmanı...
Arkadaşların gelecek, yazın hep gelirler, hepsi gelirler.
Uzun gecelerde sana kışlarını anlatırlar, sen de onlara anlatırsın.
Donduğunu, üşüdüğünü, korktuğunu, saklandığını ve beklediğini. Sonra ‘geçti ama şimdi bunlar’ diyip, yıldızlara bakarsınız beraber.
 
Uzakta bir yerde başkaları “ne olacaksa olsun” diyen şarkıyla dans ederken, bir yıldız kayar ve ikiniz içinizden, tesadüf bu ya, aynı dileği geçiriverirsiniz.
Yaz budur, hoş geldin yaz.
Que sera, sera. Ne olacaksa, olacak...
 
sevgiyle kalın