Bugün, Türk Milletinin özgür ve bağımsız yaşamasını sağlayan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün aramızdan ayrılışının 85’inci yıl dönümü.

O, yaşadığı her günü Türk Milletine adamış ölümsüz bir liderdi.

O, askeri bir deha ve büyük bir devlet adamıydı.

O bizim Atatürk’ümüzdür.

Atatürk, yaşamı boyunca taşın üstüne taş koyarak hem kurduğu devleti ve hem de milli şuuruna “Ne Mutlu Türküm Diyene” parolası ulaştıran ve ulusumuzu birleştirmeye çalışan Türk Milleti’nin bir serdengeçtisiydi.

O, Osmanlı’nın Balkanları fetih sürecinde getirip Selanik’e yerleştirdiği bir Türk çocuğuydu.

Osmanlının sıradan, harp için, askerlik için var olması gereken sıradan bir Türk ailesinin çocuğuydu.

Ailesi zengin değildi.

Yaşadığı devrinde her Türk çocuğunun sürdürdüğü son derece mütevazı bir yaşam evresini geçirdi.

O, Osmanlının çöküş döneminde ulus olarak yok edilmeye çalışıldığını görerek ve vatan topraklarının birer birer elden çıkışına şahitlik ederek büyüyen genç bir subaydı.

Kısaca Mustafa Kemal Atatürk;

 Bir devletin nasıl batırılmaya çalışıldığının da canlı şahidiydi.

Kifayetsiz, yeteneksiz çıkarcı ve rüşvetçi devlet adamlarının, bağnazlığın ve gericiliğiyle Türk Milletini ölüm çukuruna yuvarlamaya çalışan din adamı kılıklı aklı evvellerin sınıfsal ve şahsi çıkarları uğruna dini nasıl kullandıklarını, devlete ve millete nasıl hainlik ettiklerini gören genç bir askerdi.

Vatanı kurtarma sevdasına yakalanıp Samsun’a ayak basığında kısa süre sonra İstanbul’dan idam fermanları ve fetvalarla boynuna yağlı İngiliz sicimi geçirilmeye çalışıldı.

O, Osmanlı devletindeki gaflet, delalet ve ihanet içinde olanların baş düşmanıydı.

Kendine inanlarla, el ele omuz omuza vererek bağımsız Türk devletini kurmaya çalışırken;

Batıda modern, ama özde liberal ve emperyal kapitalist devletler, kuzeyde yeni bir devrim olsa da halklara soluk aldırmayan sosyalist bir komünist düzen, doğu ve güneyde ise İslam dinini kullanarak Müslüman halkları sömüren örümcek kafalı din adamları medrese, cemaat ve tarikatlar bataklığı vardı.

Türk Milleti için esas tehlike ne Batı emperyalizmi ve ne de sosyalist Rusya’ydı. Esas tehlike, bağnazlığın ve gericiliğin bataklığına dönüşmüş medreseler, tekke ve zaviyelerdi.

Osmanlı yıkılırken Türk çocukları vatanı kurtarmak için cepheden cepheye, ölümden ölüme koşarken, parası olanların “ bedeli nakdî” usulüyle, molla ve din erbabının fetva ile, gayri Müslümlerin ayrıcalıklarıyla askerlikten kaçtığı yıllarda askeri durum daha da vahimdi.

Osmanlının “Kur’a kanununa” göre öyle çok meslek erbabı askerlikten muaftı ki geriye yoksul Anadolu’nun has evlatlarından başka askerlik yapacak kimse kalmamıştı. 

Basit bir araştırma ile bu konuda  daha aydınlatıcı ve geniş bilgiyi Rıdvan Ayaydın’ın “Osmanlı Devletinde Askerlik Yükümlülükler ve muafiyetler” isimli yüksek lisans tezinde bulmak mümkündür. Bu tezden alıntılayarak kısaca özet olarak yazıyorum;

“ilmiye, kalemiyye ve mülkiye mertebelerinden serbevvabin (kapıcıbaşı), müderrisler ve hacegân-ı Divân-ı Hümâyun rütbelerine kadar görevli memurlar ile müftüler, hâkimler, naibler ve yeni beratlı tekke sahibi olan tarikatların şeyhleri, camilerde görevli imamlar, müezzinler, hatipler, kayyumlar ve bunlar gibi camilerin hizmetini yürüten diğer görevlilerden berat sahibi olanlardan vekilleri olmaksızın görevinin başında bizzat kendisi askerlikten muaftı”

İşte böylesi koşullarda yoksul Anadolu ve Trakya halkı ile vatanı kurtaran Mustafa Kemal, kendine vatan bellediği Misak-ı Milli hudutlarını düşmanlardan  kurtardıktan sonra bu sınırlar içerinde batıcı ama emperyalist olmayan, devletçi ama sosyalist ve komünist olmayan, Müslüman ama bağnaz ve ilkel inancı olmayan yeni bir laik toplum yaratmak ve Türklük şuurunu yerleştirmek ve Batı’nın muhasır medeniyet seviyesine ulaşmak üzere devim üstüne devrimler gerçekleştirdi.

O, iyi bir milliyetçiydi ama asla ırkçı olmadı.

O, Türklük şuurunda kültürel bir Türk Milliyetçiliğini sahiplendi,

O, dini bağnazlığı reddeden ve bağnazlıkla mücadeleyi amaçlayan laik devleti yaşatmak için akli imanı esas alan, Türk halkına gerçek İslam anlayışını öğretecek ve yönlendirebilecek ve aynı zamanda da  için gericilikle mücadele edip bağnazlık bataklığı dönüşen medrese , cemaat ve tarikatlara karşı Diyanet İşleri Başkanlığını kurdu. 

Ama o da her insan gibi bir faniydi ve 10 Kasım 1938 yılında öldü.

Mustafa Kemal Atatürk bize kendini şöyle anlattı;

Aşağıdaki bilgileri https://www.atam.gov.tr/duyurular/ataturke-gore-ataturk internet adresinden aldım. Çok daha geniş ve çok daha ayrıntılı bilgileri bu sayfayı ziyaret ederek bulabilirsiniz.

“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
“ Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.  “    

“ Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, Onları Söyleyin!” 

“Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri; fakat bu tutkular, yüksek makamlarda bulunmak veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin doyumuyla ilgili bulunmuyor. Ben bu tutkularımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydalan dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir görevin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün yaşamımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu
koruyacağım.”  
“Allah bilir, yaşamımda bugüne kadar orduya faydalı bir üye olabilmekten başka vicdanî bir emel edinmedim. Çünkü vatanın korunması, milletin mutluluğu için her şeyden evvel ordumuzun, eski Türk ordusu olduğunu dünyaya bir daha kanıtlama gereğine çoktan inanmış idim. Bu inanca ait emellerimin şiddeti, ihtimal beni pek fazla aşırı davranışlı göstermişti. Fakat zaman, saf ve temiz beyinlerden doğan fikrî gerçekleri -kabulünden çekinilse de uygulattırır”

Sonuç olarak;

 1938 yılında ebediyete intikal eden Mustafa Kemal Atatürk’ün her türlü dogmatik ideolojileri ısrarla ve körü körüne taklit etmekten kaçınan; ama akla, mantığa ve Türk Ulusunun çıkarlarına hizmet edecek her türlü bilimselliğe ve felsefi estetik anlayışa sahip kişiliğiyle devrimsel fikriyat ve icraatlarını tüm ezilen ve sömürülen uluslar için ideal bir reçete olarak Türk gençliğine emanet etti.

Reçetenin adına istet Atatürkçülük deyin, isterse Kemalizm hiç fark etmez.

Bugünün Türkiye’sinde üzülerek ifade ediyorum ki Kemalizm’e veya Atatürkçülüğe hakkıyla sahip çıkan ve hizmet eden ve dört elle sarılan siyasal yapılar yok..

Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşını verirken ve Türkiye Cumhuriyeti devletini kurarken onca beşeri yokluk içinde en liyakatlileri ve en ahlaklı insanları yanına alarak devrimlerini ardı ardına gerçekleştirmiştir.

Ektiği tohumların hasadı yüz yıldır yapılmakta ve kimileri istediği kadar bu tohumları kurutmaya ve ıslah etmeye çalışsa da başarılı olamamaktadır.

Çünkü Atatürk’ün fikriyatı millidir, anti emperyalisttir, hukukun üstünlüğüne dayanan, liyakate değer veren devlet anlayışıdır.

Atam ne senden vazgeçeceğiz ne de senin eserlerini yıkmaya çalışanlarla mücadele etmekten.

Ruhun şad, mekânın cennet olsun büyük Mustafa Kemal Atatürk.