İnsanlığın bilinci yükseliyor, hazır olan yaşadığı hayatı, dünyayı sorgulamaya ve “Bu dünyaya neden geldim? Ben ne yapıyorum?” demeye başlıyor.

İnsanlığın bilinci yükseliyor, hazır olan yaşadığı hayatı, dünyayı sorgulamaya ve “Bu dünyaya neden geldim? Ben ne yapıyorum?” demeye başlıyor. Sorgulama başladığı anda kalıplar kırılıyor, insan “ben” merkezinden sıyrılıp işi ne olursa olsun daha büyük bir amaç için çaba göstermeye başlıyor. Örneğin bir makyaj sanatçısının “Makyajınızı silin, önce kendi özünüzle buluşun” diyebileceği eski yıllarda aklımıza bile gelmezdi. Şimdi görüyoruz ki makeup artist Rıfat Yüzüak, “Sil Makyajını Güzelliğin Ortaya Çıksın” kitabında bunu yapabiliyor. Hem de hiç çekinmeden... Güzellik ve makyaj kavramlarını kadınlara yeniden sorgulatmak için “Her birimiz yeryüzündeki mucizeleriz. Her birimizin apayrı özellikleri, apayrı güzellikleri var. Kendimizi onaylayıp beğenmezsek, devamlı dışarıdan yaptığımız takviyelerle bu mucizeyi ve güzelliği bozarız” diyor. Kendi bindiği dalı kestiğini düşünebilirsiniz. Ama hayır!Bu da eskiye ait bir kalıp... Yüzüak, mutlu kadınlarla çalışmayı, sanatının mutlu yüzlerde ışıldamasını istiyor.
Benim de Çocukluk resimlerim hep somurtuk. Gölgeli ve sıkkın. Ama bir ara neşem yerine gelmiş olmalı.
Belki çok sonra oldu, çünkü lisede de hayatı evirip çevirip bakamıyordum. Elimden kayıp duruyordu.
Üniversite de olmuş olamaz. Önüme bakıp doğruca derse girerdim. Sevil’den başka arkadaşım yoktu.
Sevil de öyle insanı özellikle neşelendiren biri değildir.
Eve giden yokuşu hep düşünceli tırmandığım yıllardı onlar.
Bir formül yazmaya çalışıyordum. İçimdeki müzik, ‘uluslararası ilişkiler’ okurken nasıl çalacaktı?
Toplayıp, toplayıp çıkarıyordum ihtimalleri.
Çarpıp bölüyordum ama matematik işe yaramıyordu.
Hayat başka bir işlem yapıyordu. Belki kuantum fiziği öğrenmem gerekiyordu.
Neşem yerine gelemeyecek kadar meşguldü kafam.
Sonra da neşem yerine gelmedi hemen.
İmkansız aşk üçgenleri kuruyor, içinden bir türlü çıkamıyordum. Hayat beni bir tepeden aşağı yuvarlıyordu ve bir kartopu gibi büyüyordum.
Büyüyordum da nereye doğru büyüyordum?
Aşağıda ne vardı?
Bir göle düşüp eriyecek miydim, bir ormana girip parçalanacak mıydım, bir vadiye inip yusyuvarlak duracak mıydım?
İnsan yuvarlanırken bilemiyor bunları. Şansım yaver gitti.
Bütün o deli duygu kokteylleri sonrası, esintili bir vadide kocaman bir kartopu gibi durdum. O an biraz neşelenmiş olabilirim.
Orada öylece durup, güneşin beni eritmesini bekleyecek değildim. Kendimden alelacele bir şeyler yapmaya koyuldum. Bir kadın yaptım.
Kanatlar taktım. Gitar yaptım. Şarkı söylettim. Bir adam yaptım, elini tuttu.
Bir çocuk yaptım oyun oynuyordu.
Fırtına olmadı mı oldu.
Hatta bazen o kadar sert esti ki, kadının kafası uçtu.
Yere yığıldı. Kaldırdım. Yanına ağaç yaptım dayansın diye.
Gitarla şarkılar söylüyordu. Dans ediyordu.
 
Işık yaptım ona, ağaca astım.
Seviyordu ışık tutulmasını üzerine. Sonra baktım, şarkıyı duyanlar gelmiş.
Alkışlar duydum. O sırada tam anlamıyla neşelenmiş olabilirim.
Yokuştaki formülü bulamamıştım ama bir yere varmıştım ve bu yer hesapsız vardığım yerdi.
İnsan hesapsızca yuvarlanarak gidince, neşesi yerine geliyor olabilir.
Sonra bir şey fark ettim.
Neşelenmek için, illa bir şey olması gerekmiyordu.
Ayrıca illa neşelenmek de gerekmiyordu. İlla neşelenmenin gerekmediğini, bir kitabın başlığından öğrendim. Jeanette Winterson yazmış; Normal Olmak Varken, Neden Mutlu Olasın...
Neşeyi tanıyordum evet ama sürekli onunla vakit geçirmek yorucuydu.
Onu aramak da yorucuydu zaten hep meşguldü ya da bir yerlerde başkalarıyla bir programı vardı sürekli.
Randevuyla da buluşamıyordunuz. Beklenmedik bir anda çıkıp geliyordu ve bu sürprizli gelişi daha iyiydi.
Kısaca, evet neşeye rastladım ve neşem yerinde.
Bende kalmıyor, kendi evinde. Bazen bir anda kaçıyor sonra geri geliyor. Rüzgar gibi.
Daha ziyade normalim genelde.
Ve normal olmayı da çok seviyorum. Neşe gelince neşelenmiş oluyorsun o zaman.
 
Geçen haftaki yazıdan sonra, “Neşen nereden” diyenlere gelsin bu yazı...