Çalışmaktan arta kalan vaktilerde intternette dolandığım zamanlardan biriydi sanırım, insanların ölmeden önce pişman oldukları şeylere denk geldim.


 
Çalışmaktan arta kalan vaktilerde intternette dolandığım zamanlardan biriydi sanırım, insanların ölmeden önce pişman oldukları şeylere denk geldim.
Öyle şeyler yazmışlar ki bende kendi kendime acaba benimde bu hayatta keşke dediğim şeylerim varmı diye oturup düşünmeden edemedim.
Şöyle başlamışlar pişmanlıklarına:
 
Keşke hayatı sevseydim, keşke anama babama hürmet etseydim falan filan. Sonra oturdum düşündüm, beş dakika içinde ölecek olsam en büyük pişmanlığım ne olurdu? Hayatta çok fazla keşkeleri olan biri de değilim düşününce ama önüme sunulmuş ‘yaşam’ adında bir fırsat vardı ve ben bunu iyi kullandım mı acaba?
 
Keşke onunla birlikte olmasaymışım
Eski sevgililer üçe ayrılır. Birincisi, aklına gelince soluk borunu kesip, burnunun ucunu acıtanlar. Bunlar zaten genelde çok eski olmamıştır. İkincisi, aklına gelince burnundan soluduğun, elini ayağını titretenler. Ya aldatmıştır ya da seni dolandırıp kaçmıştır. Bir de üçüncü grup var, ‘Aa evet, ben onla da beraber oldum ya’ dediğiniz... Hah işte, bu üçüncü gruptan olanlarla keşke birlikte olmasaymışız. Hayata tek bir şey katamamış, boşuna zaman kaybı. Nefret ettiğin adamın bile kötü de olsa, bir önemi varken. Bu gereksizlerle vakit öldürmek niye yani?
Keşke diyete o sırada başlasaymışım
Tabii şimdi ölmüşüm gidiyorum, bunu düşünmek biraz garip olsa bile aklıma düştüğü an kendimi sağlıklı beslenmeye verseymişim, hayatımın çoğu kısmında, iki beden küçük geldiği halde, 36 beden pantolonun içine sıkışmaya çalışmazmışım. ‘Bir daha mı geleceğim sanki dünyaya, onu da yiyeyim bunu da yiyeyim’ diye düşünen biriydim ama dünya nimeti denilen şey, ekmek arası sucuk değilmiş meğerse. Daha doğrusu, yedikten sonra anamı babamı kesmişim gibi pişmanlık çekiyordum. O pişmanlık için bile değmezmiş.
 
Keşke daha çok yer görseymişim
Şimdi kim evden çıkacak, şimdi kim giyinecek, ayy onların muhabbetini de hiç çekemem diyerek evde oturduğum günler boşuna geçmiş. Keşke daha fazla yer görseymişim, daha fazla film izleseymişim, daha çok kitap okusaymışım, daha çok insan tanısaymışım.
 
Keşke kendimi bu kadar suçlamasaydım
Özellikle depresyondayken. Kendimi eve kapatıp, tek yaptığım şey, ‘Neden, neden, neden?’ diye sorgulamak olurdu. Bulamadığım bütün cevaplar için kendimi suçlardım. Normalde evde oturduğun zaman, bir film izlersin ne bileyim olmadı diziye başlarsın. Kitap okursun. Benimse tek yaptığım şey, halıya gözlerimi dikip saatlerce düşünmek. Oysa o ruh halinin içinden çıkmak için bir milyon şey bulabilirmişim. Şu an yine halıya bakıp, ‘acaba o bir milyon şey ne acaba?’ diye düşünmesem daha iyi olacak.
 
Keşke dedikodu yaparken daha dikkatli olsaymışım
Bir insan, her dedikodu yapışında yakalanır mı? Başaramıyormuşum demek ki, bırak işin peşini di mi? Ama yook, ille devam etmek zorundayım. ‘Lütfen arkadaşlar, benim yanımda konuşmayın bunları’, ‘Bilmem, hiç öyle bir şey duymadım’ gibi şeyler söylemem gerekirken, gözlerimi aça aça, oradan buradan yalan yanlış ne duyduysam tak tak tak anlatıyordum. Hayır, bari sonuna ‘özünde iyi bir kız aslında’ falan ekleseymişim.
 
Keşke onu daha çok sevseymişim
Bu sadece aşk için değil. Arkadaş, kardeş, baba, ne bileyim evcil hayvan. Size oluyor mu bilmiyorum. Kaybetme korkusu içine girdiğim kişileri sevmek çok zor oluyor. Bağlanmaktan ve pat diye yok oluşunu görmekten çok korkuyorum. O yüzden kendimi çekmeyi tercih ediyorum. Daha az konuşuyorum, daha az vakit geçiriyorum ya da aramızda olan iletişim her neyse onu yıkmak için uğraşıyorum. İleride daha büyük acı çekmemek için. Ne saçmaymış. Asıl büyük saçmalık, sevgiyi bağlanmak zannetmekmiş meğer.
Bugünlerde sosyal mesafenin önemine değinen insanlarla da karşılaşınca bu konuyada değinmeden geçmek olmazdı. Dün akşam deniz kenarında otururken az ileride denize giren birkaç gurup erkeğin sitemlerine istemeden de kulak misafiri oldum.. İnsanlar küçük çocuklarının derdine düşmüş haklı olarak, malum okullar açılacakmış peki bu 6 yaşında yada daha küçük bir çocuğun sosyal mesafeden yada maskeden ne anladığını bilmeden nasıl oluyor diye sitem dolu sözleri vardı..
Sıcağa, denize ve yine her zamanki saatlerinde, yine hep bir ağızdan, kendilerine eş bulmak için ciyaklayan ağustosböceklerine rağmen, bu yaz, başka bir yaz.
Bu yaz denizde yüzerken, yüzüne sudaki maskenin yapıştığı yaz.
Bir yerde kahve içtikten sonra, “E garson eldivenli değildi, bu kamıştan bir şey olur mu?” diye sorduğun bir yaz.
Bu yaz, herkes karantinasını geride bırakmak için, “korona yok canım artık”cılık oynuyor. Hele ergenlik çağındakiler, 18’li yaşlar, onları asla evin klimasında tutamıyorsun. Deliler gibi birbirlerine kavuşmak isteyen âşıkları tutamadığın gibi, onları da tutamıyorsun. Artık birbirlerine dokunmak, bir şeyler içip koronayı birkaç saatliğine unutmak, güneş batışlarının dalgalarla buluştuğu o yerde dans etmek istiyorlar.
Mezuniyet törenlerinde kep fırlatır gibi, maskeleri fırlatıp güneşine koşuyor herkes. Sanki ev hapsinin sonu kutlamaları gibi. Kimse de bu kaynaşmanın maliyetini hesaplayamıyor şu an.
Yaz yaz bir sisin içinde gibiyiz, adım attıkça göreceğiz olacakları. Bu da insan beyni için ne yorucu bir şey. Kontrol ve beklenti yokken yol almak, hiç bizim türümüze göre değil. Şaşaladık.
“Yaz geldi, hadi bakalım limonatanı iç de rahatla” da olmadı. Herkes evlerin içinde birbirinden bıktı bunaldı. Evet, baharda her şey güzeldi, şükürler edildi beraber olunduğuna, sağlıklı kalındığına, ailece vakit geçirildiğine. Yaz gelince, ışığı ve ritmi değişti işin.
Gece yarısı arkadaşlarımıza, “Valla bende korona yok, gel bir sarılayım” deyip sarılmaya başladık. Dirsek selamı tamam ama sonra yan yana oturup yemek de yiyoruz, birbirimize telefonumuzdan bir şey gösterirken telefona dokunuyoruz.
Sosyal mesafenin yazın bir arada korunması zor oluyor. 
  Eskiden ne güzel, hepimiz yan yana oraya buraya gidiyor, her yeri tıklım tıkış dolduruyorduk ve insana bir şey olmuyordu. O cicim ayları mıydı bu zamanlarda yaşayanların? Eskiye hiç gitmiyorum. Orayı hiç tahayyül edemiyorum çünkü. 60 milyon yıl önce, gezegende insanın i’si yok. Dinozorlar cirit atıyor düşünsenize. Dünyada o dönemin doğasını, seslerini düşünün... Şimdi timsahlara sormak lazım belki o günleri.
Kısaca bilmiyoruz. Bilmemelerin yazı. Kimde var bilmiyoruz, nasıl bitecek bilmiyoruz, nasıl bir şey bilmiyoruz. İsveç, ekonomi, Trump. Her gün dünyanın koronayla dansıyla ilgili acı ve trajikomik şeyler. Okulları bilmiyoruz, işimizi bilmiyoruz. Bilmemeyi de ruh halimiz bize yakıştıramıyor.
Uzun uzun susuyoruz.
Oturup düşünmemeye çalışıyoruz. Herkes kafayı dağıtmak için bir şey arıyor. Bu konu, odadaki fil gibi havada asılı dururken, akşama ne yesek sorusunun bile tadı yok. Her şeye rağmen yürümeye devam etmeyi öğrendiğimiz için, el yordamıyla ilerliyoruz.
 
“Dünya iyiye gidiyor” diyenler vardı, “Dünya kötüye gidiyor” diyenler vardı, şimdi hepimiz “Dünya nereye gidiyor” diyoruz.
 
Belirsizliğe tahammülü olmayan türümüz için, bu koca bilinmeze alışmak zaman alacak, hatta belki bir sonbahar ve kış daha alacak.
Sevgiyle Kalın….