“Bazen de tam ortadan kırılmayı / yere düşen camlar gibi dağılmayı” istiyoruz hayatta...
“Bazen de tam ortadan kırılmayı / yere düşen camlar gibi dağılmayı”istiyoruz hayatta
Meşhur bir laf vardır ya hani bugün o lafla başlayalım köşe yazımıza:
Bazen kırılır insan bazen yaralanır yüreği, bazende kabaca dağılır gider hayatlarımız, sonra deriz ki hadi bakalım dağılan yıpranan yok olan şeyleri al eline bir 404 yapışkan kırılan bir nesneyi yapıştırmayı denediğin gibi yapıştırda görelim. Ama, bunu söyleyen de iyi bilir ki hiçbirşey kırıldıktan ve parçalandıktan sonra asla eskisi gibi olmaz, artık eskimiş ve tabiri cai ise ikinci ele dönüşmüştür. Bir arabayı yada bir evi bile alırken her zaman tercihimiz sıfır olmasından yana değil midir zaten…
İşte bu da onun gibi bir şey hayatlarımızda bazen deriz ya hani şarkıda diyor ya: “Bazen de tam ortadan kırılmayı / yere düşen camlar gibi dağılmayı” diye.
İşte tam o olduğunda kintsugi. Hani, “Yok geri birleşemeyeceğim artık” dediğimizde.
Hatta, yere dağılıp da parçaların tamamını bulamayıp, artık bulduğumuz kadarıyla kendimize bacak yapıp yola devam ettiğimiz zamanlarda, kintsugi.
Kalbin, göğüs kafesinde hapis olması ne manidar aslında.
Kırılınca da kimse elini oraya sokup, yapıştıramıyor ama. İşte o zamanlarda da kendine kintsugi.
Artık korkmamıza gerek yok, düşüp dağılmaktan. Toz duman, darmadağın olmaktan.
Evet eskisi gibi olmayacak belki ama kintsugi sonrası, kim ister ki zaten eskisini.
Baştan alayım, her şey Japon imparatorunun en sevdiği fincanının kırılmasıyla başlamış.
Tamir için Çin’e göndermişler ama döndüğünde gelişigüzel yapışmış kırık bir fincanmış artık.
Bunun üzerine Japon imparatoru, ülkedeki en iyi zanaatkarı çağırıp, fincanı göze güzel gözükecek şekilde tamir etmelerini istemiş.
Onlar da kintsugi’yi bulmuşlar.
Kırık fincanı yapıştırdıktan sonra, kırıkların aralıklarını vernik ve altın tozuyla doldurmuşlar.
Kintsugi de, kusurların sanatı olmuş o günden sonra.
Fincandaki altın yollar, artık fincanın hikayesini anlatır olmuş. Onu diğer fincanlardan benzersiz kılmış.
Dikkatle bakan, o altın çizgilerde akan nehirler, meyve veren ağaçlar, samuray kılıçları görmüş.
Fincan kırılıp, kintsugi metoduyla yapıştırıldığında, eskisinden güzel ve değerli oluyormuş.
Biz de kendimizi, kırıldığımız yerlerden altın tozuyla verniklesek?
Birbirimizin yarıklarına altın tozu döküp, yapıştırsak... Avuçlarımızdaki izler gibi, kalbimizde de altından yollar olsa.
Hatalarımızdan yapılsa. Kusurlarımızdan yapılsa.
Dikkatsizliğimizden.
Ağzımızdan dökülüvermiş kelimelerimizden.
Sonra onları olmamış gibi yapıp, tutturmaya çalışacağımıza, aralarına altın tozu döküp tuttursak.
Hatanın, kusurun, dikkatsizliğin de kıymeti olsa. Anlatacakları olsa. Oturup dinlesek, masal dinler gibi...
Nasıl ki, hikayede çatışma şart, hayatta da olduğunu kabullensek. Saklamasak da, tam tersi parıl parıl parıldatsak?
Benim içime pansuman gibi geldi bu kintsugi sanatı. Sanki yarıklarımdan altın sular doldurdu içimi çizgi çizgi.
Parmağımla takip ettim, bütün olanları. Bir labirentte çıkışı arar gibi. Bir yandan da okşar, iyileştirir gibi.
Bu kase benim. Bazen dikkatsizce düşmüşüm,
bazen bir çekiç kırmış, bazen durmaktan çatlamışım.
Başka bir şarkıda diyor ya “Kırıldım ama o tarafı duvara yasladım” diye.
İşte onu yapmadan, gelişigüzel yapışmış gibi yapmadan, kırıklarımdan parlamayı öğrenmek.
Hatta Leonard Cohen’in dediği gibi, yarıklarından içeriye ışık almak belki.
Belki bu günler evde otururken, verniği ve altın tozunu elimize alsak da, doldursak mı kırıkların aralarını.
Hatta boşluklar da bıraksak ışık için. Kırmak hayatın sanatı, tamirat da bizimki olsa.
Sonuçta bazen, birden “Hadi hazırlan, bir yere gidiyoruz” diyor hayat bize.
Bu anlar bana mucize gibi geliyor. “Demek başka yerlere gideceğiz, tamam” diyorum.
Bu bahsettiğim otobüse, trene, uçağa binilip çıkılan yolculuklardan değil, rüzgarın götürdüğü bir yer.
Sadece sana esen bir rüzgarın. Olur ya öyle.
Bir telefon çalar, birden saçlarına rüzgar dolar.
Bir yer seni bekliyordur ve ayakların senden önce heyecanlanıp koşmaya heves eder, ama nefeslerin gelip kalbini sakinleştirir.
Öyle bir duygu.
İnsanları kabaca ikiye ayırdım kafamda.
Kalplerini dinleyenler ve korkularını dinleyenler. Şimdi bunlar çok farklı patikalar.
Birinin nereye götüreceği belli olmaz, öbürü çoğu zaman ya hiçbir yere götürmez ya da bildik yerlere götürür.
Hep aynı yerden aynı manzaraya bakmak gibi. Riski yokmuş gibi görünür ama bence en büyük risk hep aynı yerden aynı manzaraya bakmak.
Ben kalbini dinleyen biri olmayı deniyorum. Onlardan olmak istiyorum.
Ne zaman fırsat gelse, kalp ve korkular aynı anda bir şey diyorlar.
Daha doğrusu aralarında saniyelik bir fark var. İlk hep kalp konuşur aslında.
Göz açıp kapayana kadar der diyeceğini. Git der, kal der, evet der, olmaz der ama muhakkak konuşur.
Sonra güya aklını başına alıp, korku gelir azıcık gecikmeyle.
Şöyle bir boğazını temizler ve başlar sıralamaya, vıdı vıdı vıdı. Genellikle dinletir de sözünü.
Ben ona kulak asmamayı yeni öğrendim.
Sevgiyle Kalın