Dikkatli bir gözün algılayabileceği bazı küçük ipuçları iç ve dış dünyalar arasındaki bu farkın anlaşılmasına yardımcı olur.

Dikkatli bir gözün algılayabileceği bazı küçük ipuçları iç ve dış dünyalar arasındaki bu farkın anlaşılmasına yardımcı olur. İnsanlar yalan söyledikleri zaman en başarılı şekilde kontrol ettikleri, yüz ifadeleridir; İnsan en çok mimiklerinin farkında olduğu için yalan söylerken en çok ve en iyi yüzünü kontrol eder.
 
Çünkü insan yalan söyleyeceği zaman yüz mimiklerini kontrol etmek için bilinçli bir çaba harcamaktadır.
 
Bir topluluk içinde kişi sinirli, gergin ve hatta korkuyor olabilir fakat yüzüne iliştirdiği bir gülümsemeyle mutluluk maskesi taşıması mümkündür.
 
Sosyal hayatta birçok durumda, insan kendi gerçek duygularını gizlemek ister, ancak herhangi bir biçimde kendisini ele verir.
 
Hiç şüphesiz çok dikkatli bir gözlemci veya uzman için yalan söyleyen biri mimikleriyle de çok sayıda ipucu vermektedir.
 
Ancak genel olarak düşünüldüğünün aksine, bir kişinin yalanını yüzüne veya gözüne bakarak anlamak pek kolay değildir.
 
İnsanın her gün aklından neredeyse 70 bin düşünce geçiyormuş.
Bunun yüzde 85’i negatif düşünce, yüzde 90’ı ise bir önceki günle aynı düşüncelermiş.
 
Yani hepimiz birer köstebek gibi, bir yeri deliyoruz sonra her gün o çukurun içinde dön babam dön.
 
Halbuki, endişelerimizin yüzde 85’i hiç gerçekleşmiyor, gerçekleşen yüzde 15’inin de, yüzde 79’u bir şekilde halloluyormuş.
 
Kısaca, endişelerimizin yüzde 97’si boş ve negatif düşünmeye eğilimimizden kaynaklanıyor.
Gel gör ki, bu kas kafamıza çareyi yine kafamız bulamıyor.
“Ki başka neremiz var ki, çare çıkaracak” diyorsunuz, işte orası değil, kafanızın odasına hiç girmeyin.
 
Darmadağınık bir gençlik odası orası.
 
Hormonları çıldırmış, bangır bangır düşünce, sürekli felaket haberi veren siyah beyaz bir çocuk gazete dağıtıyor içeride.
Kafanın içi savaş filmi, kovboy filmi, Jaws.
 
Bakın bu kadar sayıyla, ispatla gelirsin, yine de tırnakları yer o.
 
Bu sebeple ben kafayı ciddiye almamaya başladım.
Hani lunaparklarda kurbağa ve çekiçle oynanan bir oyun vardır.
 
Kurbağa kafayı çıkarır, siz o an ona çekiçle vurursunuz, kurbağa içeri göçer.
 
Düşünceler böyle işte, onlarla uğraşılmaz. Vurursun, kafayı yine çıkarır. Geceleri bizi uykusuz bırakır. Bulaşmayın kafanıza.
“Peki sen nereye gidiyorsun, kafandan çıkıp?” diyorsunuz.
Size kafamdan çıkıp gidebildiğim yerleri anlatacağım. Onun oyunlarına gelmeyelim diye.
 
 Daha biz el kadarken, bir tabure çekip oturuyor içimize erkekler.
 
 Bazen içimizde bir erkek sesi duyuşumuz ve kız kardeşlerimize acımasızca konuşmamız da bundan.
Bir insanın içinde ses olmaktan daha fazlası var mı?
 
Biz kadınlar, diğer kadınlara o taburedeki erkek gözüyle bakmaya başlıyoruz zamanla.
 
Onların sıfatları, yakıştırmaları, aşağılamalarıyla yapıyoruz yorumlarımızı.
 
Dedikodularımızı...
O taburedeki adamı kızdırmamak için, sürekli kendimize de çeki düzen verip duruyoruz.
 
Kariyer hırslarımızı rafa kaldırıyoruz.
Bazı işlere kalkışmıyoruz bile.
 
Aynı işi yapıp, onlar kadar kazanmamayı kabul ediyoruz.
 
Bazı sporları hiç denememeyi.
Her türlü şiddeti onların doğası kabul ediyor, sinirlendirmemeye çalışıyoruz.
 
Bağırır da, saldırır da, döver de, öldürür bile diyoruz.
İlişmemenin arka yollarına sapa sapa, bir çıkmaza sıkışıp kaldık.
Ne elimiz, ne de sesimiz ulaşıyor birbirimize.
 
“Herkes başının çaresine baksın”lara geliyoruz sonunda.
Ördeklerin uçup gitmesini engellemek için, birkaç tüyünü yolarsınız ya, kızların da küçükken kopartıveriyorlar kanadındaki tüyü işte.
 
Ve hepimiz hatırlıyoruz, o tüyün kopartıldığı günü.
Havalanamayalım diye.
 
Kendimize olan güvenimizi alıveriyorlar bir çırpıda.
Sadece erkekler ve sınırsız iktidarları değil, içimizdeki tabureli adamın ağzıyla konuşan bizler de.
İnsanı mahveden içindeki ses.
 
İçimizdeki sesleri değiştirmedikçe, daha çok okuruz bu haberleri.
“Erkektir elinin kiridir”leri, “erkektir yapar”ları, “erkek adam ağlamaz”ları.Sadece erkeklere inanmayı... Onların kurallarına uymayı... Onların suyuna gitmeyi...
 
Zaman içinde fark etmeden erkekleşip, kendimize bile gölge olmayı...
 
Bırakmamız lazım kızlar bunları.
Onların yaralayıcı, tüylerimizi yolup bizi kanatsız bırakan, birbirimize düşüren bakış açılarından çıkmamız lazım bizim.
Rebecca Solnit’in “Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar” diye bir kitabı var. Alıp okuyun.Neden her şeyi bize erkekler anlatıyor, neden hayatı, hatta kendimizi bile, onlardan dinliyoruz?
 
Neden “Dur şimdi ben sana bir anlatayım da sen onu bir anla” diyorlar bize?
Biz niye peki’liyoruz, peki’lemeyelim, “Bir dakika o öyle değil” diyelim.
“Ben öyle hissetmiyorum” diyelim. “Bu lafı hak etmiyorum” diyelim.
“Bu açıklamayı beğenmedim, bana uymadı” diyelim.
“Bunu yapamazsın, izin vermiyorum” diyelim.
 
Neden masal dinler gibi o tabureli adamın söylemleriyle uykudayız?
Neden bize, başımıza gelenlerle nasıl baş edeceğimizi bile erkekler anlatıyor?
 
Neden kadında hep bir bahane, hep bir özür, hep bir açık?
 
Yoruldum, bıktım, usandım bu korkularla yaşamaktan. Açıklamaya çalışmaktan. Anlamaya çalışmaktan.Onların anlattıklarına inanmaya çalışmaktan bitkin düştüm.
 
İnsan, nasıl bir bedende doğmuş olursa olsun, insandır insan.
 
Erkeklere aslansın, kaplansın demeyi de bırakalım artık.
Ormanda değiliz, hepimiz insanız.
Önce orada bir eşitlenelim.
 
Bir buluşalım aynı hizada.
Bizim kanadımız böyle değildi. Bütün tüylerimiz tamdı bizim.
Uçmak için doğduk biz.
İnsanlığı, kadınlığın da erkekliğin de önüne koymak istiyoruz.
SEVGİYLE KALIN...