Aile de içinde yaşadığın dört duvardan ibaret değildir
Her şey sanırım 1 yıl önceye göre bambaşka yaşanan özel günler, elde ne kaldığını görmek için bir iç muhasebe vesilesi oluyor. Bazı şeyler kayıp, bazı şeyler arınma, bazı şeyler fırsat olarak algılanıyor. Algılar ise zamana bağlı olarak değişiyor. Zaman, en büyük dönüştürücü. Zamanı nasıl kullandığımız, onun dönüştürme özelliğini en yoğun şekilde çalıştırmayı sağlıyor.
Bir ortak zamanı hep beraber yaşarken hepimiz kendi iç alemimizde, kendi iç duvarlarımız arasında oradan oraya çarpıyoruz. İç dünyamızda fırtınalardan durgun denizlere, dalgalardan akıntıya gidip geliyoruz. Hepimiz kendi dünyamızla, yaşam sisteminde bir yörüngeye oturmuş halde dönüyoruz.
Bedenimiz ve bilincimiz kadar, bunlarla etkileşim halinde olan dış dünyaya da ihtiyacımız var. Yöntemlere, araçlara, ilhamlara ihtiyacımız var. Yaşamla bir bütünüz. Dış alemi var edenlerden biri de biziz. Dünya, bizim varlığımızla olan etkileşimi ile yaşamın yuvası oluyor. Yaşamın bütünlüğü içinde bizim yerimiz eşsiz. Bir bütün olarak yol alıyoruz. Kendi dünyamızın kaynaklarını sürdürebilmek için de ışığa ihtiyacımız var. Birbirimizin ışığına, bütünlüğün ışığına… Ancak bazı zamanlarda, ışığın varlığını dahi unutacak halde olabiliyoruz.
İnsan, evrenin küçücük bir parçası olduğunu unuttuğu zaman, kendi dünyasını tüm yaşam zannediyor. Algısı sadece kendi dünyasıyla sınırlı kaldığında ise çareleri ve olasılıkları sınırlı zannediyor. Sadece kendi dünyasının kaynakları ile kaldığında, bir gün tükenip çorak bir gezegene dönüşüyor. Halbuki ışık olan yerde yaşam devam ediyor. Işığa dönmek, dış kaynaklardan beslenmek, zamanı bir yakıt olarak kullanmak yeni yaşam olasılıklarını mümkün kılıyor. Işık zaten hep var. Ona doğru biraz hamle yapmak, hiç değilse niyet koymak iyi bir adım. Işık, gündelik yaşamda kendini sevgi ile belli ediyor. Sevgiden kopmayan bir hal ile yaşamak adeta bir ışık kaynağı oluyor. Karanlıkta kalan taraflarımız, korkularımız ve öfkelerimiz ancak sevgi arttırıldığında etkisini yitiriyor. Çeşitli halleriyle yaşanabilen sevgi, sürdürmesi kolay olmasa da iyi bir yaşam kaynağı…
Şimdi ışıklı zamanlar başladı. Yeni koyu karanlıklar gelene kadar-ki hayatta her an gelebilir- ışıktan bol bol faydalanalım. Işığı, sevginin olduğu tarafa tutalım. Sevgi olan tarafı aydınlığa çıkaralım. Davranışlarımıza sevgi kırıntıları katalım. Sevgi enerjisini arttıralım. Yaşananlara bir de sevgi ile baktığımızda ne görüyoruz, en azından bunun pratiğini bir yapalım. “Buna sevgiyle bakmak mümkün mü?”, “Buna sevgi katsam nasıl olur?”, “Bu işin içinde sevgi olsaydı nasıl olurdu?”
Çok şey sorulabilir. Niyetlerimize ve eylemlerimizle sevgiyi arttırabiliriz.
Yüzümüzü ışığa dönelim.
Bizim asıl yuvamız, ailelerimizle içinde oturduğumuz, dört duvarı beton olan yer değil.
Bizim asıl yuvamız, oradan dışarı çıkıp da ağacını, denizini, rüzgarını soluduğumuz, çatısında gök olan yer: Dünya.
Dünya insanoğlundan milyonlarca yıl önce vardı.
Denizlerini büyüttü, karaları kırıldı, kıta oldu. Buz kestiği oldu.
Dünya sadece güzel bir sular ve bitkiler gezegeni olmak istemedi.
Canlılar yakışırdı ona.
Deli bir canlılık başladı, önce suda sonra karada.
Şu an dünyada baobab ağacından flamingoya, mercanlardan tek boynuzlu balinalara kadar inanılmaz güzellikte bir canlılık var.
İnsanı da bu güzelliğin içine katmak isterdim ama insanın ona verdiği zararı, diğer türlerin hiçbiri vermedi.
İnsan dünya canlılığını yiyecek, tüketecek, sömürecek bir şey olarak yaşadı.
Okyanustakinden dağdakine nefes olan atmosfere, zararlı gazlar bırakan medeniyetler kurdu. Açgözlü bir varlıktı.
İhtiyacı olandan çok daha fazla tükettiği gibi, üretti de.
Az sayıda insanın çok şeyi oldu, arta kalanları da dağıtmadı olmayana. Çöp yaptı ya da yaktı. Komşunun evi kadar büyüğünü istedi.
Olduğundan daha uzak yerlerde aradı mutluluğu. Topladı da topladı, yedi de yedi, gezdi de gezdi, istedi de istedi.
Bu istek bitmek bilmiyordu. Sonra tabi, evine, midesine, hayatına fazla gelen şeyleri atmak zorunda kalıyordu.
Sonunda dünyanın havası kirli, atmosferi delik, denizleri kimyasal dolu, ormansız, buzulsuz, çöplük ve virüslü hali, azalan canlılığı insan eliyle oldu. İnsanın hep ona yetenden daha fazlasını istemesinden oldu.
Kızımla akşamları okuduğum bir kitap var. Adı “Log Hotel”, Türkçeye “Kütük Otel” diye çevrilebilir.
O kitabı okuyan, dünyadaki canlıların nasıl bir uyumla, birbirine canlılık adına eklemlendiğini anlar.
Kitapta koskoca bir meşe ağacı, yaşlanıp devriliyor bir gün.
Kütük oluyor ormanın toprağında. Sonra ilk solucanlar ve böcekler gelip içini yiyerek tüneller kazıyorlar. Mantarlar geliyor.
Onlar da başlıyor eritmeye kütüğü. Ağaçkakan gelip kütüğü dinliyor, içindeki böcekleri solucanları duyup, gagasıyla kütüğü parçalayıp onları yiyor.
Bir yılan yerleşiyor içine, kışı geçirmek için. Salyangozlar geliyorlar. Mantarları ve üzerine birikmiş yosunları yiyorlar.
Sonra kuştu, mantardı, eğreltiotuydu, böcekti, yosundu, kertenkeleydi derken, kütük tamamen yumuşuyor ve kalanını da solucanlar yiyip toprak yapıyorlar. Derken yanındaki meşeden bir meşe palamudu düşüyor yere.
Çatlayıp tohumunu toprağa bırakıyor.
Yağmurlarıyla suluyor onu dünya, filizleniyor yeni meşe.
O da devrilen meşe gibi, yüz yıl yaşayan koskocaman bir ağaç olacak.
Kim bilir kökünden yaprağına, gölgesinden nefesine kaç canlıya şifa olacak, ev olacak.
Neden bir ağaç kadar düşünemiyoruz?
Onun beyni nerede bilmiyorum ama belki beynimizi kafamızda bir tasın içinde taşımaktansa, bütün hücrelerimizde taşısaydık başka olurdu. Yine de hepimizden umudum var.
Gelin bugün başlayalım ağaçlar gibi dünyaya sarılmaya. Asıl yuvamızı korumaya, kollamaya, temiz tutmaya bugün başlayalım.
Başlamak zordur nasıl mı başlayalım?
Yuvam Dünya Derneği’nin, “İklim dostu yaşam rehberi”ni bir okuyun, internette var.
Sonra bir maddesinden tutun ucunu, ben de öbür ucundan tutuyor olacağım.
Beraberce denizlerin müsilaj kusmadığı ve kuşların şarkısının susmadığı bir dünya bırakalım yavrulara.Onlar bizim verimli toprağımıza düşen meşe palamutları olsun.