İnsan en temelde ne ister? Sevilmek, kabul edilmek...
Katılmıyorum!
Kendi deneyimim ve gözlemlerim üzerinden atıp tutmak gerekirse, insan asıl sevmek ve kabul etmek istiyor. Sevdiğinde huzur ve keyif, sevmediğinde tatsızlık ve keyifsizlik oluyor.*
Sevilmek üzerinden yaşadığım takdirde son derece edilgen ve ayrıca çaresizim. Kendimi de paralasam, her şeyimi de adasam beni sevmeyebilirsin; için o kadar da akmayabilir bana. Ayrıca bunu sağlamayı hedeflediğimde, dikkatimi kendi özümü yaşamaktan ziyade seni memnun etmeye, bilinçli ve bilinçsiz olarak hesap-kitap peşinde koşmaya başlarım. Senin onaylayacağın şeyleri yaparım, senin onayladığın şekilde yaşamaya ya da en azından öyle görünmeye çalışırım, senin onayladığın sözcükleri seçer, senin onayladığın bir tarzın içinde buluveririm kendimi; çoğunlukla farkında bile olmadan.
Yaşamda sadık olmam gereken tek şey kendi özüm. Bunca belirsizliğin, çeşitliliğin ve sonsuzluğun içinde bu kadar net ve kesin bir şekilde kurabileceğim çok az cümleden biri bu. Çünkü güvenebileceğim tek şey o. Onu gerçek anlamda dinlemeyi becerdiğim takdirde dışsal pusulalara ihtiyacım yok. O, içimde, bu dünyaya ne için geldiğimi bilen bilge tarafım; kafa karışıklıklarımdan, zihinsel düşünce süreçlerimden azade olan sabitim. Tüm kalbimle, tüm duyularımla burayı dinlemeye alan açtığımda anbean olmam gereken kişi olmamı, yapmam gerekenleri yapmamı sağlayan çapam...
Bütün bunlar ise başladığım konu başlığına geri götürüyor beni. Sevmeye... En başta kendimi sevmeye... Can bulmak, olmak isteyen kendimi önce fark etmeye, sonra ortaya çıkarmaya ve sevmeye... Toplumun bana yükledikleri üzerinden kendime bir kimlik yarattığım takdirde yaptığım, kendine ihanetten başka bir şey değil. Çünkü öz-ben olmak yerine, bana giydirmeye çalıştıkları kıyafetleri giyiyor, bana uymayan maskeleri takıyorumdur. Eh kendime ihanet ettiğim, kendim yerine bir başkası olmaya çalıştığım takdirde elbette ki sevemem kendimi. Tanımıyorum ki kimmiş bu kendim, kimlerdenmiş, ne ister, ne arzularmış... Bana yabancı olan bir kendiliğin içinde çırpınırken suyun altında kalan gerçek kendim’in kafasına basıp nefes almaya çalışırken ve farkında olmadan onu boğarken, asla ortaya çıkamamış olanı nasıl sevebilirim? Görmediysem hiç, bakmadıysam gözlerinin içine...
Olmaz ki...
Tam şu an’da yazdıkça keşfediyorum ben de işte bundan dolayı sevgiyi dışarıda arıyor olabilir miyiz? Kendimiz olmadığımız bir dünyada, en başta kendimizi sevmeyi beceremediğimiz için sevilmenin, ilginin peşinde koşuyor olabilir miyiz? Kendimizi onaylamadığımız için bu onayı dışarıdan tedarik etmeye çalışıyor olabilir miyiz? Ve bu konuda tatmin olmadıkça, bu onayın sürekliliğini sağlamak için onların istediği gibi yaşamaya çalışıyor olabilir miyiz?
Kendi özüme yaklaşıp içimle dışım arasındaki uyumluluğu arttırdığımda ise bir ışık parlamaya başlıyor. Önce beni aydınlatan bu ışık iç barışımı sağlıyor ve bu kaçınılmaz olarak dışarıya da yansıyor. Bu, iç tutarlılığın ve bunun sonucunda ortaya çıkan huzurun ışığı. Bu ışığı yakmaya başladıkça kendini sevmek kolaylaşıyor, hatta kaçınılmazlaşıyor. Bu ışık, bu iç barış, bu özsevgi hızla dışarıya da yansıyor. Kendi içimdeki barış ve parlama hâli, ben-dışı dünya ile de barışmama, onu sevmeme, kabul etmeme, olduğu gibi olmasına izin vermeme yol açıyor. Bütün bunlar sonucunda iki muhteşem sonuç daha ortaya çıkıyor: Birincisi, yaşam boyu peşinden koştuğum sevgi, ilgi, kabul görme gibi ihtiyaçların hepsi kolayca karşılanıyor, zira bu ışığın çekim alanı çok kuvvetli. İkincisi ise, aslında bu, artık umrumda bile olmuyor. Gerçek kendimle hemhâl olmaya ne kadar yaklaşırsam, dışarıdan onay alma, kabul görme gerekliliğim o kadar konu dışı bir duruma geliyor.
Son yıllarda kendimden son derece razı olduğum kimi zamanlarda bunu o kadar güçlü hissettim ki... Kendimden emin oldukça o kadar sallamadım ki kimin ben hakkında ne düşündüğünü, beni nasıl gördüğünü... O kadar umrumda olmadı ki beni onaylayıp onaylamadıkları, kabul edip etmedikleri... O zamanlarda tüm dünya karşıma çıksa ve beni şu yola çekse ve benim gönlüm diğer yoldaysa, herkesi karşıma almayı göze alıp diğer yolu seçmeye o kadar muktedir bildim ki kendimi... İşte tam o an’lar, benim deneyimime göre, iç barışın en üst mertebesi; pür kendinden rızalık...
Ve az önce de belirttiğim gibi ben öyle bir hâldeyken, peşinden koşmasam bile (hatta koşmadığım “için” galiba) dış onay, kabul de kaçınılmaz olarak geliyor. Çok ilginç değil mi, arzuladıkça ulaşamadığın mertebe, umrunda olmadığı an’da senle.Her an öyle bir yerde olduğumu iddia etmiyorum. Bazen kim olduğum, bazense yaptıklarım üzerinden dış dünyada onay, kabul arıyorum hâlâ. Ama bunların hiç umrumda olmayıp da orayı deneyimlediğim anlar için son derece müteşekkirim. Kesintisiz olarak orada takılacağım günleri ise heyecanla bekliyorum.
*Byron Katie, “aslında beni sevmemeniz mümkün değil, benim de sizi sevmemem mümkün değil; öyle düşünüyor olsanız da...” der. Bunu, yazının akışının bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak şu şekilde formülize edeceğim: Birbirimizi sevmememiz mümkün değil lakin tam da özümüzü yansıtmadığımız ve bilmeden de olsa kendimize yabancılaştığımız bir oyun oynuyor olduğumuz için sevmediğimizi sanıyoruzdur belki. Bu durumda, önce kendimizin, sonra da diğerlerinin maskeli rollerini sevmiyor olabiliriz; gerçekte kim olduklarını değil.