Sanırım okuduğum kitaplarında etkisinde kalarak yazmak istedim bu köşemi son zamanlarda zihin üzerine yazılan kişisel gelişim kitaplarına merak sardım.
Sanırım okuduğum kitaplarında etkisinde kalarak yazmak istedim bu köşemi son zamanlarda zihin üzerine yazılan kişisel gelişim kitaplarına merak sardım. Sonuçta hepimizin de bildiği gibi zihin denen şey çok acayip, sen ayağa kalkmaya çalışırken seni yaka paça çekiştirip, olduğun yere sermeye çalışıyor. Unutmaya çalıştıklarını hop önüne çıkarıyor. En fenası da öyle bir senaryo yazıyor ki...
Son aylarda zihin üzerine çok şey okudum. Zihnimizin aslında bize nasıl işkence ettiğini, olmadık şeyleri nasıl da olmuş gibi hissettirdiğini ve bunun köklerinin aslında evrimsel psikolojiye dayandığını... Günümüzde bununla baş etmek için ise çok fazla kavram ve uygulama hayatımıza girdi. Mindfulness son yıllarda sıklıkla adını duyduğumuz bir kavram. Aynı zamanda zihni sadece yargısız gözlemleyebilmek adına meditasyon sıklıkla kullanılan bir yöntem. Ben üzerine bir de öz şefkat eklemeye çalıştım. Teorik olarak baya bilgim oluşmuştu. Pratiğinin olmamasını tercih ederdim tabii ama oldu.
Çok yakın bir tarihte zihnimle büyük bir cebelleşmeye girdim. Şansa bak ki hayatımın çok da zor bir döneminden geçiyordum. Nefes alamıyorum, insanlar yeni yılı mutlu mesut karşılarken ben manik halde koridorda volta atıyorum, içimden kan çekiliyor sanki, öyle birkaç gün. Terapide öğrendiğim güvenli alanıma gitmeye çabalıyorum, yok! Saatlerce kendime işkence çektirdikten sonra baktım olmuyor, pes ettim. Tamam dedim hadi gelin, kapattım kapıyı üstümüze. Ne olacaksa olsun.
Her şeyden önce çok zordu. Paramparçaydım çünkü. O odadan nasıl çıkacağımı hiç bilemiyordum, öğrenmemiştim ki zaten, hep mutlu olma çabam vardı, kendimi yere sermek nedir, zihnen iyileşmek, kabul etmek nedir pratikte bilmiyordum.
Unutmak istediğim şeyleri aldım önüme konuşmaya başladım. Tamam anlaştık, size bu defa küsmek yok, ne var ne yok dökülün! Bir ufacık odada, ben, dev gibi hatıralarım ve pek tabi dinazor beynim!
En kötü senaryolarla işe başladım. Birer birer elden geçirdik her şeyi. Zihnimin önüme sürdüğü her şeye uzaktan bakmaya çalıştım. Çok ama çok zordu. O ufacık odada 2 koca gün geçirdim. Tüm kabuslarım, tüm unutmak istediklerim, gördüklerim, keşkeler, neler neler...
Kabullenmekle başladım, ki en zor kısmı buydu. Neden kabullenemediğim terapim sırasında ortaya çıktı, elimden en sevdiğim hisler alınmıştı. Elimden alınmakla kalmamış, üzerinde tepinilmişti. Çocuklar en sevdikleri oyuncaklarını yanlarından ayırmazlar, onsuz yapamazlar, yaka paça çekiştirirler belki ama hep günün sonunda ona sarılarak yatar uyurlar, öylesine bir bağ. Oyuncağım elimden alınmıştı ve ben bununla nasıl başa çıkacağımı asla bilmiyordum.
Ortalık darma duman oldu tabii. Taş taş üstünde kalmadı. Derin derin nefes aldım her kaybolduğumda, elimi göğsümün üzerine koyup “geçecek” dedim, geçecek. Ağladım bolca, histerik konuşmalar yaptım, öfkem öyle bir zehre dönüşmüştü ki zihnim sürekli olmayacak şeyler türetti.
Sonra yavaşça aralandı perde, ışık sızmaya başladı penceremden. Yani tüm olanlara değdi sanki. Belki de haftalar, aylar sürebilecek yüzleşme seremonisi öğrendiklerim sayesinde 3 gün sürdü. Yine de acıttı, çok acıttı. Yılmadım, hepsiyle barıştım, olabilirliğini kabul ettim. Öyle bir rahatlama geldi ki günler sonra yarım saat huzur içinde uyumuşum ki birkaç saate bedeldi.
Sonra, bıraktım düşüncelerimle duygularımı besleme işkencesini. Bu galiba en sık yaptığımız yanlış, sürekli kanırtma çabası. Bu noktada somut gerçeklikle aramda bilgi akışı olmaması için çok uğraştım. Çok basit bir şekilde kafamı dağıtacağım eylemlere yöneldim.
Hala tam anlamıyla bitirmiş değilim, hala öfkem tam geçmiş değil, paramparça olan oyuncağımın yerine hemen bir şey koyamadım ama çok yakınım. Her hikaye mutlu bitmiyor ancak şundan eminim ki bunu sadece ben yaşamadım ve zihin ciddiye alınmak için fazla şakacı!