Dün bizim dediğimiz yerlerin, bu gün bizim dışımızda kalması; düşünen, araştıran kişilerin içinde bir sızı olarak doğması doğal karşılanmalı; dün orada yeni bir tarih oluşturan

Osmanlı’nın varlığı hepimize nasıl bir güç-kuvvet vermişse, bu gücün kaybolup gitmesi de bizleri bugünkü olumsuz politikaların eşiğine getirmiştir, bunu da unutmamak gerekir.
Pek tabiidir ki, Osmanlı bizim soyumuz ve arkamızdır, bundan hiç gocunmayız ve rahatsız da olmayız… Lâkin, Balkan hakimiyetinde 5 asırlık bir vatanın, 5 ayda kaybedilmesinin de  bizim içimizde onulmaz sızı oluşturmasını görmezlikten gelemeyiz…!?
“ Sarı Saltuklar'ın tahta kılıçlarla fethettikleri bu topraklara Türk-İslâm mührünü vurmuştu. Derebeylerin elinde inim inim inleyen halklar Osmanlı ile huzura ermiş, camileri, medreseleri, türbeleri, köprüleri, erenleri ve evliyalarıyla bir gönül medeniyetine şahit olmuştu. Tuna bizim nehrimiz, Üsküp bizim şehrimizdi.”
Araştırmacı, sanat tarihçi Ekrem Hakkı Ayverdi’nin tespitine göre;
Osmanlı 523 yılda bütün bir Yugoslavya’da ( Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Kosova, Hırvatistan ) 3500 cami ve mescid, 1500 mektep, 300 medrese, 400 tekke, 1000 çeşme, 500 han, 200 hamam, 25 misafirhane, 50 türbe, 40 saat kulesi,  15 kütüphane, 1000 sebil, 25 dar’ül hadis ( hadis evi ), 100 köprü, 50 kale yapmış ve yaşatmıştı.
Evliya Çelebi’ye göre ise, 17. Asırda, sadece Üsküp’te;
10.060 ev, 150 dükkân, 120 cami ve mescid, 70 sıbyan mektebi, 20 tekke vardı.”  
Alıntı: Yavuz Bülent Bakîler Üsküp’ten Kosova’ya Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları 1979-İstanbul
 
Bu kadar  kültür hazinesinin bol olduğu Balkanlar’da bugün yok olan bu eserler içimizde bir sızı olarak kalmaz mı ? Yanlış politikaları eleştirmek kolay da o günün şartlarını bilmek, yaşamak gerek… Balkanlar’ı alan padişahlara kurulan tuzakta Olivera DESPİNA, Prenses MARYA ve HÜRREM gibi kadınların Balkan fatihleri üzerindeki AŞK ve CİNSELLİK kullanımlarını ve entrikalarını da unutmamak gerek… Bu konuda Ertuğrul Burak’ın Çatı Yayınlarından çıkan CARİYELER SALTANATI’nı okumanızda yarar vardır…
 
Bugün, Dünya’nın en kanlı çatışmalarının ve hesaplaşmalarının olduğu Balkanlar, hiç şüphesiz en uzun ve istikrarlı dönemlerini, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altındayken yaşamıştır. Bunda Türkler’in bölgeyi bir vatan, anayurdu tamamlayıcısı olarak görmeleri ve burada hürriyet, hoşgörü ve adalete  dayalı düzen kurmuş olmalarının büyük  etkisi vardır.
 
“ Balkan uluslarından olan Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar arasındaki kiliseler meselesinin 9 Temmuz 1910 tarihli “Kiliseler Kanunu” ile çözümlenmesi bu ulus devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ortak hareket etmelerini kolaylaştırdı. Ayrıca, Rumeli’deki Osmanlı askerlerinin birçoğunun terhis edilmesi ise son büyük hata oldu.”
 
http://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/179299/balkanlar-nasil-kaybedildi-
 
 
 
 
Arkamızda dün bulunan Osmanlı’yı tanımak, Türk’ü anlamak demektir. Atatürk’ü anlamak, Türk’ün atasını ve atalarını tanımaktır ki; Ziya Gökalp’in:
“Diride olmazsa, ölüye hürmet,
Çözülür bağları dağılır millet…!”
Anlayışını eleştirel kılarak, çözümlemekten ve bu anlayışı etkin kılmaktan kısacası yaşamaktan, geçer… Geçmişe sahip olmak, tarih bilincini kişide ve toplumda özümsetmekten, geçer... Millet olarak, Türkiye Cumhuriyeti devletimizin bir ferdi olarak, soyumuzun inkârı gibi bir anlayışın içinde olmadık, olamayız. Çok sık kullandığımız aşağıdaki atasözümüze baktığımızda, bu anlayışa yakın, anlamı bulmakla kalmayız, ağır bir suçlamayla da karşı karşıya kalırız:
“ Aslını inkâr eden, haramzadedir…” demek, nesebimizin bilinmezliğini ortaya çıkarır ki, bu da bizler için ar olur, yüz kızartır… Arkamıza dönüp baktığımızda sırf Osmanlının değil, diğer Türk devletlerimizin oluşu bize güç verir, dünden bugüne bütünleşerek, birlik ve beraberliğimizin sürekliliğini etkin kılar…
Yaptığımız bu güzel ve anlamlı gezide yaşadığımız güzelliklerin yanında içimizdeki sızı, nasıl incitmez sizi, bizi dersek duygularımızı paylaşmış oluruz…
Gezdiğimiz yerlerde turun adı, rehberin ifadesiyle sosyete tur idi, çünkü, Makedonya’da sabah kahvaltısı, Arnavutluk’ta öğlen yemeği, Hirvatistan’da beş çayı Karadağ’da akşam yemeği… Bundan iyisi, Malatya’da kayısı misâli değil miydi?!.. 
Hele bir de bizim Kağan’ın  (torunun) gezi uyumu vardı ki… Bir ara sıkıştı tuvalet ihtiyacı doğunca, ne yapacağız derken,  sağ olsun otobüs şoförümüz bir cep buldu da Kağan Osmanlı torunu olarak, Osmanlı’yı Hırvatistan’ın o güzel şehri olan DOBROVNİK’e sokmayan İtalyanlar’a karşı bir ağaç altında cevap vermek zorunda kaldı…!?
 
Osmanlı Batılı tarzda emperyalist olmadığından, Balkanlar’a bir yaşam biçimi götürmüş, ama bunu etkin kılamamıştır. Bizim oralarda ne işimiz vardı gibi bir anlayışla Osmanlı’yı yargılamak düşüncesinde olanlara, hemen şunu sormak gerek; Fransız’ın, İtalya’nın, İngiliz’in ve Amerika’nın BİZİM ülkemizde, Orta-Doğu’da ne işleri var dersek, duygu ve düşüncelerimizde birlik sağlamış oluruz…
 
Her şeye rağmen O Balkanlar ki, bize Selânik’te doğup, Manastır İdadisi’nde yetişen, Yeni Türkiye’nin Önsözü olan Çanakkale’yi geçilmez kılan bir Mustafa Kemal Atatürk’ü hediye etmiştir…
 
Balkanlar’ı sevmemek, oraları bize vatan kılmak mücadelesinde olanlara minnet duymamak; bizi oralara götürenlere, gezdirenlere, bilgilendirenlere, beraber gezi arkadaşlığı yapanlara teşekkür etmemek mümkün mü ?...
 
Sevgiler, sevgiler…