Bugün sizlere, yıllar yıllar önce oğlumla aramda geçen tatlı bir hatıradan bahsedeceğim. Şimdilerde oğlum artık kırkına merdiven dayadı.
Kural olarak bir öykünün sonucu daha baştan açıklanmaz ama ben en baştan açıklayayım.
Aslında hikâyenin sonu kıssadan hisse ile gelip Kızılay’a ve Kızılay üzerinden devlete dayanacaktır.
Sene bin dokuz yüz doksanların başı. Oğlum o yıllarda daha dokuz on yaşlarında. Bense otuz falanım. Beşiktaş’ta İnzibat Bölge Komutanlığında İnzibat Bölük Komutanıyım. Hani şu Dolmabahçe Sarayı’nın arkasındaki sağında soluna yüksek duvarlı çınar ağaçlı yol var ya? İnönü Stadı ile Beşiktaş Meydanı arasında kalan yol.
Hikayemde bahsedeceğim askeriye şimdilerde oradan çıkarılmış ve o kışla, Mimar Sinan Üniversitesine verilmiş.
***
O senelerde memlekette terör ve asayiş olayları çok yoğun. İnzibat subayı ve ast subayı olarak sayıca çok çok azız. Öyle ki nöbet sıklığından yılık izinlere bile gidemeyecek durumdayız. İnzibat Bölgede üç günde bir nöbete giriyoruz. Tabi gece boyunca asayiş ve karakolluk olaylar olunca adliye de meskenimiz oluyor.
Nöbetçi olduğumuz gecelerde, geceleri uyumak mümkün değildir. Çünkü o yıllarda inzibat karakollarındaki askerlerimiz, polis karakollarında görev yapan polisler gibi profesyonel olmadığı için tüm adli ve inzibati olaylara bizzat subay ve astsubaylar gitmek zorunda kalıyor. Her nöbetin sabahında ne kadar uykusuz ve yorgun olsak olalım personel yetersizliğinden ve iş yoğunluğundan dolayı ertesi gün de mesai devam etmek zorundayız.
Elden gelen bir şey de yok. Devletin görevi hakkıyla yapılmak zorunda.
Öyle yoğun çalışıyorduk ki sevgili kızım beni çok çok az gördüğünden annesine “anne babam bu gece bizde kalacak mı?” diye çok sorduğu olurmuş. Çocuk da haklı. Babasını doğru dürüst göremiyor, ona sarılıp sevgisini hissedemiyor ki. Eğer nöbet sonrası ertesi gün ekstra mesaiye de kalmazsak, ilave bir görev çıkmazsa eve yorgun argın vardığımızda iki lokma bir şey yiyip, duş alıp doğru uykuya geçiş yapıyorum. Çünkü yorgunluk ve uykusuzluktan mecalim kalmıyor. Sadece ben değil hepimiz o durumdayız.
Ben böyle ağır şartlarda çalışırken, sevgili eşimde binlerce talebesi olan bir okulda müdür muavini olarak hizmet veriyor. Onun işi de yoğun. Ama sağ olsun yetenekli kadındır. Tüm bu telaş ve koşuşturmacası içerinde evin alışverişi, çocukların bakımı, okulları, yemek işleri vs. vs. hep onun üzerindeydi. Sağ olsun bir kere de of demedi.
İşte bu stresli günlerde oğulcağızım beni ve annesini gözlüyor ve düşünüyormuş. Onun gözünde ben, iki günde bir eve gelen, yemeği yiyip koltukta veya yatakta sızıp kalan tembel bir baba olmalıyım ki bir gün karşıma geçip;
“Baba evin her işini annem yapıyor. Yemek yapıyor. Bizi yıkıyor, ödevlerimize yardım ediyor. O da senin gibi gidip çalışıyor ama annem eve gelince de çalışıyor. Sense gelir gelmez yatıp uyuyorsun. Baba, sen bu evde ne işe yarıyorsun?” diye soru verdi.
Ona, oğluma, işimin stresinde yoğunluğundan bahsetmemin bir anlamı da yoktu. Onu da iknaya çalışmak da saçmalık olacaktı. Ama bir işe yaradığımı da anlatmam lazımdı.
O yıllarda Kızılay çok önemli bir kurumdu ve mutlaka okulların ders kitaplarında konik şekilli, üzerinde kırmızı hilal bulunan Kızılay çadırı resimleri mutlaka bulunurdu ve çocuklarda mutlaka bu çadır resmini çizerdi. Çünkü tüm resimlerde, Kızılay’ın bu çadırları ya deprem çadırıydı veya ilk yardım çadırıydı.
Evde bir battaniye alıp salona getirdim.
Oğluma Kızılay çadırı görüp görmediğini sordum. Gördüğünü söyledi.
“O çadırın ortasında bir direk var. Biliyor musun?” Dedim?
“Evet biliyorum upuzun direk” dedi.
“O direğin adına aruz derler baba direk derler dedim. Şimdi söyle bakalım bu baba direk olmadan çadır kurulur mu? O çadır ayakta durur mu?” Dedim ve devam ettim.
“İşte ben bu evin çadır direğiyim annende evimizin çadırı” dedim.
Battaniyenin altına girdim ve battaniyeyi çadır haline getirip yanıma çağırdım. İkimizde battaniyenin altındaydık.
Oğlum ne dediğimi ve ne demek istediğim çok iyi anlamıştı. Ardından askeriyede işlerimin ve sorumluluklarımın ağır olduğunu, ağır çalışma koşullarında çalıştığımı anlatmaya çalıştıkça dayanamadı ve bana,
“Yat baba” benim koltuğa uzanmamı bekledi ve battaniyeyi üzerime serip boynuma sarıldı.
İşte o günden sonra oğlum ve kızım bana hep farklı gözle baktı Sonraki yıllarda kendisini ve kardeşini annelerine emanet edip aylarca senelerce görev nedeni ile eve uğrayamadığım oldu. Oğlum, benim devlet ve millete hizmet için var gücümle kendilerini de ihmal ederek canımı feda etmek uğruna çalıştığımın da farkındaydı. Annesini de beni de hiç üzmedi. Şimdi başarılı bir avukat olarak sevgili eşi ve çocuklarıyla mutlu yaşayıp gidiyorlar.
Diyeceğim o ki;
Kızılay bu devletin zor günlerinde aşı ekmeği ve sığındığı yuvası çadırıdır. Türk Ordusu da devletimizin baba direğidir.
Son deprem felaketinde gördük Türk Ordusu sahaya çıkmadan iler sağlıklı yürümüyor. Kızılay sahada olmadan felakete uğrayan insanlarımız aç ve açıkta kalıyor.
Baba direğine ve Kızılay’ımıza sahip çıkmak kendi selametimiz açısından önemlidir.
Haksızsam haksız deyin.