Biliriz Atsız' ı ve onun çok anlamlı yazdıklarını.. Her biri birbirinden de değerli ifadelerini biliriz Atsız' ın.
Cumhuriyetin 'Önsüzü' nün yazıldığı, Manevi Başkant Çankakale'den söz ederek yola çıkar isek şayet bugün; Hüseyin Nihâl Atsız’ın 'Topal Asker' şiirini yazmasına sebep olan hadiseyi daha da bir anlamış oluruz bence..
Yıl 1915... Çanakkale' yi düşmana geçilmez, dosta ise vazgeçilmez bir yer yapan yıl yani..
108 yıl evvel.. O önemli tarih, yani 1915'in Aralık ayı.. Kışın en şiddetli günleri de denilebilir..
Şanlı Türk Ordusu, dile kolay belki de tam 37 yıl; Rus ve Ermeni işgali altında bulunan Kars, Ardahan, Artvin ve Batum şehirlerini, Rus ve Ermeni zulmünden kurtarmak için Doğu’ya sefer düzenlemişş. Tutmak mümkün değil kahramanları, çıktıkları yoldan geri çevirmek de mümkün edğli..
Enver Paşa komutasındaki Türk Ordusu, Allahüekber Dağları’ndan aşarak düşman ordularını arkadan kuşatıp imha etme düşüncesinde..
O günlere dönüp, detaylarından söz edecek olur isek; "Öncü kuvvetler Sarıkamış, Selim ve Kars’ın yol güzergâhındaki köyleri gizlice seferber ederler." demek mümkün..
Türk Ordusu’nun harekete geçtiğini haber alan köylüler, Kahraman mehmetçiklere yardım etmek için hummalı bir çalışmaya koyuluyorlar..
Kurbanlıklar kesiliyor adeta.. Her birinden kavurmalar yapıyor köylüler..
Mehmetçik için buğday kavurup kavurga, kavut hazırlıyorlar.. Dahası, uzun süre bayatlamayan lavaş ekmekler pişirir; çoraplar, kazaklar örüyor analar bacılar.. Keçe çarıklar dikiyor elleri öpülesi analar..
Ermenilerin ve Rusların baskı ve zulmünden canlarına yeten ve tahammül edemez duruma gelen bazı Türk gençleri ise; Rusların, Ermenilerin tehdit ve takiplerine aldırmaksızın silahsız, donanımsız olarak köylerinden ayrılıyorlar.. Savaşacaklar ve bu uğurda Şehit olacaklar o isimsiz kahramanlar.. Türk Ordusuna katılmak için yollara revan oluyorlar dondurucu soğukta..
Palasını beline bağlayıp, azığını sırtına alarak Türk Ordusu’na katılmak için yollara düşen gençlerden birisi de; Ahmet Turan...'Turan' yolunda, bir kahraman..
Kars’ın Derecik köyünden Ahmet Turan.. İki yıllık da evli.. Bir kızı var... Annesi, babası ve eşiyle vedalaşıp bir gece yarısı ayrılıyorn köyünden... Bilinmeyene değil, şahadete uzanacak o yola revan olmuş, döner mi hiç..?
O gnülerden bahsedilen bir anlatımda; "Bütün Türk anne ve babalar artık evlatlarının Ermenilerle, Ruslarla mücadele etmelerine, onlara karşı savaşmalarına engel olmuyorlar, hiç bir eğitim almayan yavrularının cepheye koşmalarına ses çıkarmıyorlar.." vurgusu yapılıyordu, o satırları nerede okudum, tam bilemiyorum..
O tarihlerde, Rusların fedailiğini yapan Taşnak ve Hınçak Ermenileri ve Rumlar gemi azıya almışlar.. Türklere yapmadıklarını bırakmıyorlar.. Köyleri basıyorlar, insanları öldürüyorlar, mallarını yağmalıyorlar, kadınlarını kızlarını kaçırıyorlar... Halk çaresiz... Ya canlarından olacaklar ya da sefil zelil yaşayacaklar... Ölmeyi sefil ve zelil yaşamaya tercih ediyorlar sanki.. Çaresizlik bu olsa gerek..
Turan yoluna çıkmış;Ahmet Turan’ın da annesi ve babası ona engel olmamışlar belki de bu nedenle.. Su serpmişler ardından, hayır dualarını etmişler...
Soğuk dinlemez, yürür de yürür Ahmet turan.. Ve Oltu önlerinde Türk Ordusu’na kavuşur nihayet.. Ona destek kıtaların birisinde görev verilir. Çünkü, Ordu hareket halindedir.
Aralık ayının son günlerinde, Aşkale tarafından Allahüekber Dağı’na yönelir Ordu...Dillerde de üserkli Allahüekbir edaları.. Zorlukla çıktıkları dağın üzerindeki platoda tipiye tutulurlar. Göz gözü görmüyordur, soğuk mu?.. Tarifsizdir.. Eller, namlulara yapışıyordur sanki..
Ordunun büyük bir bölümü donarak şehit olur. Biliriz Sarıkamış'ı, değil mi?..
Sağ kalan askerlerden birisi de, Ahmet Turan’dır. Hatta birkaç askeri de donmaktan o kurtarmıştır.
Komutanı o geceki gayretlerinden dolayı onu çok beğenir ve yanına alır. Türk Ordusu, büyük bir talihsizlik olarak düşmanla savaşamadan iklimin azizliğine uğrar ve savaşamaz duruma gelmiştir.. Erzurum’a çekilir ordu.
Kısa süre sonra destek kıtalarından birkaçı Irak cephesine gönderilir. Ahmet Turan da bu kıtalardan birisinin komutanının yaveri olarak Irak cephesindedir artık..
İngilizlere karşı savaşan 6. Türk Ordusu’na destek verirler. İngilizleri bozguna uğratırlar. Bir İngiliz tümenini generalleriyle birlikte esir alırlar üstelik..
Bu cephede de Arapların azizliğine uığradılar da denilebilir ayrıca.. Azizlek der iken; dübedüz ihanetir yaşatılan..
İngilizlerin bağımsızlık vaatlerine ve dağıttıkları altınlara aldanan Araplar, Şanlı Türk Ordusu’nu arkadan vururlar.. Tarih de böyle yazmaktadır, anımsadınız mı?..
Bir anlatımda geçiyordu şu fadeler; "Bu amansız çatışmalarda Ahmet Turan bacağından yaralanır. İyi bir tedavi göremez. Yaraları iyileşir ama bacak kemiğinin eğri tutması sebebiyle ayağı garip bir görünüm alır. Topallayarak yürümektedir."
Bir kaç kaynakta, o günlerden söz edilir iken, kaleme alınmış şöyle de bir cümle ilişti gözüme; "İki yıl kadar bu bölgede İngiliz-Hint ve aldatılmış Araplara karşı savaşırlar. Ne hazin ki Bağdat’ı Araplara bırakmak zorunda kalırlar. O günlerde İstanbul’dan bir emir gelir. Destek kıtalarından birkaçı Galiçya’ya gidecektir. Ruslara karşı savaşan Türk kolordusuna katılacaklardır."
Kahraman, Turan yolcusu, Ahmet Turan’ın içinde bulunduğu kıta da gidecektir emlirde geçen Galiçya cephesine..
Komutanı onu götürmek istemez önec. Ahmet Turan, kıtasından ayrılmamak için komutanına yalvarır... yakarır... Ve arzusuna kavuşur. Komutanı onu yine yanında götürür. Aylardan sonra Galiçya önlerine ulaşmıştır kahramanlar..
İki yılı aşkın bir süre de bu bölgede bulunurlar. Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşılar. Zaman zaman çok sor durumlarda kalırlar.
Birçok arkadaşını kaybeder Ahmet Turan, birçok arkadaşı da kendrisi gibi sakat kalır. Nice arkadaşı atılan bombaların altında parçalanıp meleklere katılır. Şahadete ulaşmıştır hperbiri.. Kana içmişlerdir o Şahedet şerbetini.
Bir kez daha yaralanır Ahmet Turan. Siperdeyken kafasına hedeflenen kurşun, sakat bacağına saplanır. Bir şarapnel parçası da burnunu, çenesini dağıtır. Yine iyi bir tedavi yapılamaz. Ayağı daha da eğri kalır. Yüzü gözü tanınmaz durumdadır üstelik.
Bir anlatıma göre; "Bu cephede de Amerika’nın ve Bulgarların hıyanetine uğrar ve perişan bir vaziyette çekilir Ordumuz..."
Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Türkler, Avusturya-Macaristan ve Almanya ile birlikte savaşı kaybedenlerden omuştur.. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra İstanbul’a dönerler Mahmetler...
Askerler terhis edilir. Ahmet Turan da silahını teslim eder. Silahı ile birlikte ruhunu, canını bıraktığını zanneder adeta. Kendisiyle özdeşleşen silahından ayrı yaşayamayacağını düşünür önce. Düşmanları için göz dağı, kendisi için arkadaş, kardeş olan, güvendiği, dayandığı silahı artık onunla birlikte değildir. Bir değnek bulur, ona dayanarak yürüyecektir artık.
Memleketine, köyüne dönmek istemektedir Ahmet Turan. Dile kolay; Tam Yedi yıldır köyünden, eşinden, çocuğundan, anne ve babasından haber alamamıştır. Onların hasretiyle buram buram yanmaktadır yüreği. Onlarla kucaklaşacağı anı, onlara savaş hatıralarını anlatacağı gün gelip çatmıştır..
Topal bacağıyla kanatlanmış kuş gibidir. Uçmak istiyordur sanki.. Uçmak, Havalanıp köyüne konmak..
Komutanı, ülkesinin neresinde neler olduğunu iyi bilmektedir. Yunanlıların İzmir’i işgal ettiğini, İtalyanların Antalya’yı, Fransızların Kahramanmaraş’ı, İngilizlerin Adana’yı, Rus ve Ermenilerin doğu illerini aldıklarını biliyordur. Hatta Rus ve Ermenilerin Erzincan’dan Gümrü’ye kadar yol güzergâhındaki bütün Türk köylerini yaktıklarını, insanlarını öldürdüklerini, bütün varlıklarını alıp götürdüklerini biliyordur komutan..
Ve bu köyler arasında, Ahmet Turan’ın köyünün de talan edildiğini ve bütün halkının samanlıklara doldurularak yakıldığını öğrenmiştir Komutan..
Bütün bunları bildiği için Ahmet Turan’ı İstanbul’da alıkoymak istemektedir. Yıllardır yanından ayırmadığı ve cepheden cepheye birlikte koştukları bu kahraman ve yiğit vatan evladını bırakmak istemiyordur.. Bir türlü gerçekleri de ona söyleyemez.
Ahmet Turan vedalaşmak için komutanının yanına gelir. Elini öpmek helallik almak ister. Komutanı ise; o yaralı dağ parçası yiğidi kucaklar bağrına basar. Bir süre onu bırakmaz. Vücudunun büyük bir parçasının kopup gittiğini zanneder Komutan. Yüreği yanar, gözleri yaşarır ama Ahmet Turan’a hissettirmez durumu..
Kollarını çözüp bu defa omuzlarından tutup bir müddet yüzünü seyreder. İç cebinden bir kâğıt çıkarır, üzerine bir şeyler yazar ve katlayıp Ahmet Turan’a uzatır ve ekler:
"Ahmetçiğim, adresimi yazdım. Sakın kaybetme. Memleketine, köyüne git. Bir müddet kal, hasret gider. Eğer sıkıntıya düşersen, iş güç bulamazsan dön, bana gel. Sana iş güç bulabilirim. Burada birlikte yaşarız." der..
Ardından yan cebinden çıkardığı birkaç kuruşu da Ahmet Turan’ın eline tutuşturur
Ahmet Turan pusulayı alıp sürekli göğsünde taşıdığı hamailin arasına koyar. Parayı almak istemez. Komutanın ısrarı üzerine onu alır paltosunun iç cebine koyar. Teşekkür eder.
Cepheden cepheye koşan, bir yiğidin hikayesinin devamını, detaylıca geçen bir anlatımdan bahisle, devam edeyim iyisimi aktarmaya..
Göz yaşlarımıza hakim olamayacağımız anlar olacak bel ki,isyan edeceğiz yaşatılanlara.. Fakat bilmek te gerek..
Bilelim o vakit.. Anlatılanlara dönelim şimdi; İstanbul’dan ayrılır Ahmet Turan . O artık Kars yolundadır. Eşine, annesine, çocuğuna, babasına gitmektir tek arzusu.. Köyden köye, şehirden şehire, o topal bacağı ile sürünüp yürümektedir. Kimi gün yaya, kimi gün rastladığı at arabalarına binerek kimi zaman at, katır kafilelerine katılarak aylardan sonra ulaşır Kars'a...
Şehir tanınmaz haldedir. Sanki yedi yıl önce bıraktığı şehir gitmiş yerine başka bir şehir gelmiştir. Sözün gerçek anlamı ile harpten çıkmış bir şehirder Kars... Çarşıyı pazarı dolaşır bir tek tanıdık simaya rastlayamaz. İçinde ağır bir sıkıntı oluşur. Kalbi sıkışır… Duman dolmuş bir aşhaneye girmiş gibidir. Bir an önce şehirden çıkmak ister. Tenha bir bakkalda biraz şeker, çay ve şekerleme bulur, alır.
Köyün yolunu tutar. Ata ocağı, yâr kucağı olan köyü, Kars’ın 10 km. doğusundadır. Normal bir insan iki saatte varır. Ancak Ahmet Turan topaldır, üç dört saatte ancak varacaktır.
Yol boyunca eşini, evlilik günlerini, kızı Elif’i , annesini, babasını düşünür. Elif’in şimdi sekiz yaşında güzel bir kız olduğunu düşler..
Köyün yanı başındaki derin vadinin karşı kaşına varır Ahmet Turan. Oradan köy nispeten görülmektedir. Elindeki değneğe dayanıp biraz dinlenmek ve köyünü seyretmek ister.
Garip bir hava hisseder. Burnuna yanık kokuları gelir. Köyün camisinin ahşap minaresi, o güzelim ağaçlar, ağaç, direklerin başındaki leylek, leylek yuvaları, hiçbirisi görülmüyordur... Sanki köy yere gömülmüş gibi..
Ortalıkta kimseler de yoktur. Herkes yaylaya gitmiş gibi. Oysa yayla mevsimi değildir.
Bir anlam veremez. Yerinde duramaz, kafası, beyni uğuldamaktadır o anlarda.
Aklına çok garip şeyler gelir. Bir solukta vadinin dibine iner ve karşı yamaca tırmanmaya başlar.
Kocaman yokuşu nasıl çıktığını bilemez. Vadinin diğer kaşına çıktığında köyün tamamını karşısında bulur. Acı gerçekle yüz yüze gelir o an. Dünyası yıkılır.
Köyde bütün evler yerle bir olmuş... Donakalır Ahmet Turan. Birden topal bacağına inat koşar adım, kendi evine yönelir.... Gördüğü manzara korkunç. yakılıp yıkılmıştır çünkü evi. Ahmet Turan’ın vücudu çözülür sanki. Kolu kanadı yanına düşer o anda.
Ayakta duramaz. Bir taşın üzerine yığılır. Ellerini değneğine, alnını da ellerinin üzerine dayayıp donup kalır. Gözlerinin yaşı süzülür vatan toprağına..
Komutanının sözlerinin hatırlar sonra. Adresini ona niçin ısrarla verdiğini o anda anlar.
Bir müddet yanıp kavrulduktan sonra kalkıp yakılıp yıkılan evlerin arasında dolaşır. Köyün kenarındaki mezarlığa varır. Alelâde yapılmış mezarları görür. Ölülerin, kimseler tarafından toplanıp gömüldüğünü anlamakta gecikmez. Çünkü birçok cephede defalarca bu işi kendisi de yapmıştı. Mezarların toprağına yüzünü sürer, ağlar.
Fatihalar okuyup ruhlarına bağışlar. Yanıp kül olan annesinin, babasının, eşinin, çocuğunun, hısım akrabalarının, ellerini yüzlerini öpmeyi umarken küllerini, topraklarının öpmek durumunda kalır.
Geceye kalmadan köyünden ayrılır Ahmet Turan. Yola iner, Kars’a gitmekte olan bir at arabasına biner. Arabacı, epey ötede bulunan Subatan köyünün Ermeni katliamından kurtulan sakinlerinden birisidir. Tanışırlar. Ahmet Turan, köylerinin ve köylülerinin başına gelenleri sorar. Adam, içi sızlayarak anlatır.
Kazım Karabekir Paşa’nın ordusunun Erzurum’a geldiğini öğrenen Ermenilerin Kars ve çevresinden katliama başladıklarını, Derecik Köyü’nün 671 sakinini samanlıklara doldurup, gazyağı, benzin dökerek yaktıklarını, kaçmaya çalışanları ise balta, kılıç ve yaylım ateşi ile öldürdüklerini, 671 kişiden sadece 11 kişinin kurtulabildiğini, bütün bu bölgedeki köyleri aynı şekilde yakıp yıktıklarını, talan ettiklerini göz yaşlarını boğularak söyler arabacı.
Ahmet Turan durumu bütün açıklığı ile öğrenir. Artık Kars’ta durmanın yersiz olduğunu anlar. Arabacıdan ayrılırken düşürdüğü bohçayı hatırlar. Arabacıya köyünün girişinde bıraktığı bohçayı almasını içindekileri ihtiyacı olanlara dağıtmasını rica eder.
Tekrar yollara düşer. Aynı yollardan aynı sıkıntı ve engellerle karşılaşarak aylardan sonra İstanbul’a ulaşır.
Komutanın adresi Avrupa yakasındadır. Yolcu vapuruna binerek karşı tarafa geçmek ister. Rıhtımın, güvertenin tutacaklarına tutunarak güçlükle vapura biner. Vapur fazla kalabalık değil. Kimsenin oturmadığı büyük bir banka sendeleyip tutunarak oturur. Perişan haldedir. Vücudu ve ruh hâli ülkesinin durumu gibidir.
Saçı sakalı birbirine karışmış, avurtları çökmüş, çenesinin eğriliği ve yüzündeki derin yara izleri çehresini garip bir görünüme sokmuştur. Ayağının topallığı ise yürek yakmaktadır.
Karşı tarafta birkaç kadın ve yetişkin bir kız oturmaktadır. Bunlar Ahmet Turan’ı seyretmektedirler. Onun yedi yıldır sırtından çıkaramadığı parça parça olmuş paltosuna, şalvarının uyumsuz çarpık yamalarına, yüzünün yamukluğuna ve eğik bükük topal ayağına bakıp durmaktadırlar.
Aralarındaki, dış görünüşü ve tavırlarıyla yabancıyı andıran bakımlı ve alımlı kız, Ahmet Turan’a bakıp bakıp güler. Ahmet Turan bu durumdan çok müteessir olur. Yıllardır onlar için savaştığı insanlardan ilgi, sevgi beklerden böyle bir tavırla karşılaşması onu perişan eder. Kalkıp oradan uzaklaşır. Güvertenin en kenarından bir direğe tutunup denizi ve uzakları seyre dalar. Kendisine karşı yapılan bu hakarete bir anlam veremez. Aklına, bir arkadaşının geçende anlattıkları gelir. İşgal kuvvetleri komutanı Fransız generali İstanbul’a girerken bazı İstanbullu kızlar, kadınlar Fransız ve İngiliz askerlerine çiçekler atmış. Onlara pasta çörek ikram etmişler. Acaba bu kadın ve kızlar da onlardan mıdır diye aklından geçirir. Şaşkın vaziyettedir. Vatanında kendisini garip hissetmektedir. Herkese küsmüş gibi kimsenin yüzüne bakmaz.
Vapurdan inip epey uzaklaştıktan sonra hamailin içerisinden adresi çıkarır ve rastladığı kimselere sora sora komutanının evine varır. Kucaklaşırlar. Gözyaşları birbirine karışır. Ahmet Turan çocuk gibi ağlamaktadır. Hıçkıra hıçkıra, içini çeke çeke dakikalarca ağlar, anlatır. O sırada komutanın arkadaşlarından Mehmet Nail Bey’in oğlu askerî tıbbiye öğrencisi Hüseyin Nihâl olayı seyretmekte anlatılanları dinlemektedir.
Hüseyin Nihâl, bu fedâkar ve kahraman Türk gazisine yapılan densizliğe çok üzülür ve gençlik heyecanını da katarak Ahmet Turan’ın ağzından o arsız kıza o şiiriyle cevap verir...