- Her şeyi konuştuk da adımızı söylemedik. Ben Turan…
Genç kız bende de beterdi ve zangır zangır titriyordu.
- Elif…
- Titriyorsun…
- Çok üşüyorum
- Rüzgarda kalma…Benim gibi yap …Daha az rüzgarda kalırsın. Az üşürsün…
- Böyle iyiyim.
- Emin misin? Üşümüyorsun yani?…
- Üşümüyorum…
- Dişlerin öyle söylemiyor ama…Hadi rüzgârda kalma bir köşeye uzan…
- Ben ateşi harlayacağım…Biraz çalı çırpı toplayım…
- Yakacak bir şey bulamazsın…Ama sen bilirsin…Fazla uzaklaşma!...
Elif kaldığımız yerden ayrıldığında uykuya yenik düştüm…Dalmışım…Gece yarısına doğru hemen yanıma kıvrılıp yatan Elif’in titremelerinin sarsıntısı ile uyandım…Fısıltıyla;
- Donuyorum… dediğini güçlükle duydum.
Rüzgar ne yanan ateş koymuş, ne de külünü bırakmıştı. Ay dağların doruğunun arkasından kaybolmak üzereydi…Yattığım yerden kalkıp oturdum. Üzerimdeki babamın kazağını çıkardım. Boyun kısmını biraz keserek, biraz sürdürerek bollaştırdım…İkimizde dal gibi inceydik ve ikimizde kazağa sığa bilirdik .Kazağı tekrar giydim…Sonra;
- Yapacaklarıma sakın itiraz etme dedim. Lütfen şimdi otur dedim.
Elif her söylediğimi robot gibi yapıyordu. Ceketi çıkarttırdım ve sonra sırtı bana dönük vaziyetteyken kazağın içine soktum. İkimiz babamın kazağının içindeydik. Sonra yüzümüz taşlar dönük vaziyette otların üzerine uzandık. Ceketi üzerimize örttüm. İki bedenin bir birine dokunmasıyla birlikte ısınmaya başladık. Yorgunluk ve uykusuzluk direnen gözlerimize galip gelmişti. Güneşin göğü kızıla boyadığı saatlerde, yaylaya çıkan koyun sürülerinin çıngıraklarının sesleriyle uyanan Elif, hiç kıpırdamadan benim uyanmamı beklemişti. Güneşin yüzüme vurması ve koyunların melemelerine uyandığımda, hemen yakınımızdaki bir tepeciğin koyun sürüsüyle kaplanmış olduğunu gördüm. Belki Elif uyuyordur diye kıpırdamadım. Ama sol yanım iyice uyuşmuştu. Köpek seslerinin yaklaşması üzerine Elifin kıpırdanmaları artınca;
- Uyandın mı? dedim…
- Köpekler yaklaşıyor deyince
Hemen doğrulup oturduk. Kazağın içinden Elif’i çıkarım. Ceketini giydirdim ve ağaca tırmandırdım. Arkasından da ben tırmandım…Eşeğinin sırtında pınara doğru gelen çobanın etrafında koşuşturan üç köpek kokumuzu alınca önce duraladılar ve sonra da olanca hızları ile bize doğru koşmaya başladılar. Çoban bu tür olayları kanıksamış olacak ki, hiç istifini bozmadan aheste aheste eşeğini sürerek bize doğru gelmeye devam ediyordu. Köpekler çobandan birkaç dakika önce bize kavuştu. Kafaları havada havlayıp duruyorlardı. Yanlışlıkla üzerine tutunduğumuz dal kırılacak olsa bu köpekler bizi paramparça ederdi. Elifi cesaretlendirmek için;
- Merak etmeyin ağaca çıkamazlar. Birazdan havlamaktan yorulup susarlar…
- Çıkamazlar değil mi?
- Çıkamazlar…Bakın çobanda bizi gördü dedim…
Kırk beş elli yaşlarındaki çoban telaşsız ve gamsız biri olsa gerekti… Hiç istifini bozmadan ağacın yanına kadar geldi. Ne köpeklere hoşt dedi, ne de susun dedi…Konuşmadan bize bakmaya başladı…
- Günaydın dedim…
- Ve aleyküm selam …Bu saate dağın başında ne işiniz var…
- Hele şu köpekleri uzaklaştır da, ağaçtan inelim öyle konuşalım…
- Korkmayın köpekler bir şey yapmaz…
- Uzaklaştır uzaklaştır.
- Ben çok korkarım dedi Elif…
Çoban eşeğinde inip köpekleri uzaklaştırdıktan sonra ağaçtan indik. Biz yere inip çobanla birlikte oturunca köpekler de gelip etrafımıza yattılar. Sanki biraz önce bize havlayan canavarlar bunlar değildi…Çoban;
- De anlatın bakalım in misiniz, cin misiniz? diye sorunca başımızdan geçenleri bir bir anlattık. Çoban;
- Yahu desenize bizim köyün mihmanısınız? Çoban büyük bir gayretkeşlikle etraftan çalı çırpı toplayıp ateşi yaktı. Semere bağlı çaydanlığı ile çayını demledi ve azığından bize ikramda bulundu. Karnımızı doyurunca Elif’te, bende sakladığımız yerlerden valizlerimizi alıp eşeğe yükledik. Ortasına da Elif’i oturtup köyün yolun düştük… Dört beş saatlik bir yürüyüşten sonra köye vardık. Köy halkı yıllardır ilk defa devletten birilerini görmüş olacaklar ki bizi ne yapacaklarını nasıl ağırlayacaklarını bilemediler.. Gidip gelmesi zor olan köyde maaşlarımız adımıza Ziraat Bankasında bir hesaba yatırılıyordu. Köylü nerdeyse bize hiçbir harcama yaptırmıyordu. Bu süre zarfında senede en fazla iki bilemedin üç defa kasabaya inmiştik. İlk yılın sömestri tatilinde kar yolları bastığından köyde kaldım. Okullar kapanınca Elif’le beraber köyden ayrıldık. Ben uzun bir tatil yaparken Elif yirmi gün sonra köye dönmüştü. Köyümü yoksa Elif’imi özlediğimi bileme ama okulların açılmasına bir ay kala okulun bakımını bahane ederek erkenden dönüş yaptım…Ben Elif’i özlemiş olacağım ki, ailelerimize haber vermeden Elif’le Aykonak köyünde, köy düğünü ile evlendik. Bir yıl sonra oğlumuz, üç yıl sonra da kızımız oldu. Hem köy halkı hem de biz çok mutluyduk. Aykonak’ta tam beş yıl kaldık. Hüzünlü bir şekilde vedalaşmanın ardından birkaç eşeğe yüklü eşyamızla köyden ayrılırken, adımın yani Turan isminin verildiği on oğlan çocuğu, Elif’in adının verildiği sekiz kız çocuğu arkamızdan el sallıyordu. İlk molamızı o tanıştığımız ağacın altında verdik. Pınarın suyuyla demlediğimiz çayları yudumlarken Elif’e;
- Seni burada bulmamı nasip eden Allah’a binlerce kere şükürler olsun…Bu meslekten ayrılık günüm gelip çattığında, yine böyle bir dağ başındaki bir köyde mesleğime veda edeceğim… dedim…
Millete hizmet eden devletin, iş gören şefkatli elinin bir parçası olarak, oradan oraya savruldum durdum diye düşünürken İlçe Milli Eğitim Müdürünün;
- Turan Hocam…Turan Hocam…Seslenişi ile kendime geldim. Etrafım her yaştan ilköğretim çocuğu ile sarılıydı.
- Turan Hocam işte yeni talebelerin dediğinde sonradan muhtar olduğunu öğrendiğim İhtiyar Adam;
- Eğer bu senede köyümüze muallim verilmeseydi, aha bu çocukların hepsini kaymakam beyin başına yığıp savuşup gidecektim… dedi
Köyden gelen beş minibüsün oluşturduğu konvoyla ilçeden ayrılırken yanıma genç bir öğretmen daha verdiler…O genç öğretmen bende geleceğini bulurken, ben ahtımı tutmak üzere son Mihman olarak köye gidiyordum…