Aşağıda okuyacağınız hikâye gerçek hayattan alınmıştır.

Ankara’da üç gün süren dernek genel kongresi oldukça hareketli geçmişti.  Yoğun günlerin gecelerinde, düşünceler uçurumuna yuvarlanan aklıma uyan göz kapaklarım uyumamaya direniyordu.  Uykusuzluk isyanı oy kullandığım günün öğleninde İstanbul’a dönmek üzere bindiğim otobüste sona erdi. Yola çıkar çıkmaz uyumuşum. Düzce’de otobüs durunca uyana bildim. 
Yarım saatlik molada sağı solu telefonla aradım. Niyetim valizimi eve bırakmak sonra da Silivri’ye gitmekti.  O geceyi Silivri'de geçirmek, zindanlarda ömür tüketen emekli-muvazzaf subay meslektaşlarıma ve diğer dostlara destek olmaktı. Celal’i aradım. Bugün saat dörtte Silivri’ye yola çıkacaklarmış.  Üzüldüm. Sabaha  ADD’li dostların gideceğini biliyordum, dernek başkanı Tahsin beyi aradım ve işi garantiye aldım.  Telefon trafiğim bitince otobüse dönüp uyumaya çalıştım ama başaramadım.  Gökhan, Celal ve Turgut o geceyi, hapisteki komutanlarımızın, aydınlarımızın eşleri, çocukları ve arkadaşlarıyla geçirecek, simgesel olarak ifa edilen silah arkadaşlarına saygı nöbetini tutacaklardı, bense kös kös oturacaktım. Onları kıskandım…
Yarın yapılacak Silivri duruşmasında, bir Türk destanının adını taşıyan yargılamanın kararı verilecekti. Ergenekon denilen davada kimler yargılanmıyordu ki? Genelkurmay başkanı, orgeneraller, gazeteciler, profesörler,  polis şefleri, subaylar, aydınlar, iş adamları, yani anlayacağınız yok yoktu.
Elime aldığım gazetede on binlerce vatanseverin duruşmaları izlemek üzere yurdun dört bir köşesinden akın akın Silivri zindanlarına geleceğini yazıyordu. Yarın yurtseverler kol kola, omuz omuza, yağmura, soğuğa rağmen Silivri’nin baharı kucaklayan tarlalarında, zindan  kapıları önünde özel mahkemelerin kararı için bekleşecekti. 
Üşüyecek, yorulacak ama umutla adaleti bekleyecektik. Ellerimizde Türk bayrakları, Atatürkümüzün resimleri, parti ve dernek flamalarımızla orada olacaktık.  Milyonlar yürekleriyle, yüz binler bedenleriyle orada olacaktı. 
**
Bölücü gösterilerine , bölücü paçavralarına, pankartlarına, bölücü başı lehine atılan sloganlara ses çıkarmayan, miting alandan polis ve jandarmasını uzak tutan devletimiz, Türk bayraklı, Atatürk resimli bizlere, vatanseverlere  her halde zor kullanacak değil ya, çok daha fazla sevecen yaklaşır diye düşündüm. Başka türlü düşünmek, kötü şeyler düşünmek bize yakışır mıydı, hata olmaz mıydı?
Gazetenin hava durumu haberlerine baktım. Yarın yağış varmış ve hava soğuk olacakmış. Biraz sıkı giyinince soğuk vız gelir dedim kendime... Tekrar uyumaya çalıştım.
**
Eve gelince anladım ki Ankara günlerinin yorgunluğu beni mağlup emiş. Duş alıp kendimi yatağa zor attım. Sabah erkenden kalktım, giyindim.  Kabanımın üzerine ıslanmamak üzere yağmurluğumu geçirdim. Bayrağımı, şemsiyemi, tansiyon ilaçlarımı da alarak evden ayrıldım. On beş dakika sonra otobüsün yanındaydım. Silivri’ye kadar yağmur altında ilerleyen otobüsümüzün içinde sıcacık ortamda sıcacık sohbetler ettik. Jandarma yolları kapamıştı.  Zindanlarının bir kilometre uzağında araçtan inmek zorunda kaldık. 
Yüzlerce otobüsten inen insanlar akın akın alana ilerliyordu. Geceden ve sabah erkenden gelen on binler hapishanenin kapısında arı kovanına çevirmişti. Oğuldan oğul veriyorlardı. Yolarda köfteciler, simitçiler, çaycılar dizi diziydi. Atatürk motifleri ve sloganlar yazılı tişörtler, kaşkoller ve bereler satan tezgahçılar nafaka peşindeydi.
Gruptan ayrılarak, yağmur altında çamura bata çıka yıllardır tutuklu ailelerine ve yakınlarına hizmet veren direniş çadırlarına doğru ilerledim. Tarlalar ve yollar on binlerce yurtsever tarafından hınca hınç doldurulmuştu. Yaş ortalaması oldukça yüksek kitle, ellerindeki parti flamaları, Atatürk resimleri, Türk bayrağı ile yeşillikler içinde gelinciklere benziyordu.

Çadırlar bölgesine ulaştığımda İstiklal marşı okunacağı anons edildi. Yüzbinler coşku ve heyecanla, hançerlerini yırtarcasına İstiklal marşımızı tek yürek halinde söylüyordu. Heyecanlandım. Gururlandım. Türk Milletinin ferdi olmaktan şeref duydum. Kendi ülkemizde, kendi vatanımızda, kendi devletimizden adalet isteyen aydınlarımıza destek için elimizde bayraklar, bayraklarla süslü çadırlara koşuyorduk. Yüreğimiz yanıyor kahroluyorduk.

İzmir’den, Ankara’dan, Eskişehir’den, Edirne’den, Muğla’dan gelen on üç yaşından beri arkadaşım olan dostlarımı görünce, o ayaza inat içim ısındı. Sarmaş dolaş olduk. Hepimiz mutluyduk. Çünkü onca tehdide ve baskıya rağmen buradaydık. Koyu sohbetlere daldık. Kongre sonrası gece Ankara'dan yola çıkan arkadaşlarım dernek flamamızı çoktan açmıştı. Her şey güzel, her şey umut doluydu.
Saatler ilerliyor, çadırlar bölgesinde omuz omuza ayakta duran yaşlısı genci bütün  insanlar  içeriden gelecek haberlere kulak kabartıyordu. Duruşma henüz başlamamıştı ama mahkeme başkanının İstanbul baro başkanı Ümit beyi avukatların bölümünden çıkarmak istediğini duyduk. Biraz sonra da yavaş yavaş ortalık hareketlenmeler başladı.
**
Önceki duruşmalara göre oldukça zayıf ve iğreti yapılmış bariyerler heyecanlı kalabalığın yüklenmesiyle bir anda yıkılı verdi. Sanki bariyerler bilerek böyle iğreti hazırlanmış gibiydi. Ellerindeki bayrakları rüzgarla dalgalanan kalabalık mahkemenin bulunduğu mahpushanenin girişine doğru akın etmeye başlayınca, Toma denen tankerler su tabancalarından biber gazı zerk edilmiş sularını toplumun üzerine boca etmeye başladı. Özellikle jandarmaya takviye için gelen polis toma kullanıcıları, tankerin su tabancasıyla neler yapa bileceğini adete toplumun üzerinde prova ediyordu.
(Devam edecek)