Günler akıp gidiyor, kumbarada yavaş yavaş doluyordu. Zaman içinde iki üç kere daha köylere çıktık.

Çünkü öyle yapmamız gerekiyordu. Çünkü Kör Ali Usta yıllar yılı köylüyü alıştırmış, gelenek haline getirmişti. Bahardan okullar açılana kadar her on beş günde bir köylere gidip tıraş yapmasının karşılığı olarak hasat zamanı tıraş ettiği her adam için bir got, çocuklar içinde yarım got buğday alıyordu. O yıl son kez köylere çıkarken yanımıza kıl çuvallar aldık. Çünkü hasat mevsimiydi.

Kör Ali Ustanın buğday haklarını her köyde ayrı ayrı toparlayıp çuvalladık. Son köyü de toplayınca kasabadan araba istedi. İşlerimiz bittiği için beni ata bindirip kasabaya uğurladı. Kör Ali Usta kasabadan gelecek arabayla köyleri dolaşıp topladığı buğday çuvallarını alarak kasabaya dönecekti. 

Toplanan buğday gotların hakları, her zaman ustanın olurdu. Çırakların toplanan buğdaylarda dirhem hakkı olmaz, ustadan hak istemesi de ayıp karşılanırdı. Çünkü usta çırağına meslek öğretirdi. Analar babalar çocuklarını eti senin kemiği benim kavliyle ustalara emanet eder, meslek öğreneceklerini hedeflerlerdi. 

Sadece berberler değil her meslek erbabı bizim gibi çalışır, hasat zamanına kadar köylüye hizmet eder karşılığını buğday olarak alırdı. Aldıkları buğdayda çoğunlukla elek altı döküntüler olurdu. Arada iyi ve bol bol hak verenlerde olurdu. Hele hasat iyi ise hakta iyi , güzel olurdu. 

***

Ertesi gün kasabaya geldiğimde, Kör Ali Usta topladığı buğdayları satmış evinde istirahate çekilmişti. Mevsim yavaş yavaş dönmeye başlamış kumbaramızda dolmuştu artık. 

Kör Ali Usta beni ve diğer çırağı evine yemeğe çağırdı. Yemeğin çağırmasının anlamı birkaç güne kadar evlerimize yolcu edileceğimizdi. Kapıyı bacayı kontrol edip kilitledik.

Kör Ali Usta güzel bir sofra hazırlamıştı. Bulgur pilavı, kuru fasulye ve üzüm hoşafı. Mis gibi kokuyordu. İki baş soğanı da kırarak yemeğimizi yedik. Çaylarımızı içerken Kör Ali Usta bana berberliği yavaş yavaş öğrenmeye başladığımı söyledi. Ustam bile beni beğeniyordu. Çok sevinmiştim. Yatsı ezanı okunurken eve döndük. Gaz lambasını yaktık. Çırak birden bağırmaya başladı.

“Kumbaramızı çalmışlar. Kumbaramızı çalmışlar.”

Tezgâha takılı bahşiş kumbaramız yerinde yoktu. Feryat figan ettik. Kör Ali Usta ve Saatçi Dursun dükkâna geldi. Bütün dükkânı aradık taradık. Kör Ali Usta bize sorular sorup ağzımızı aradı. Bizim yapmadığımıza emin olunca;

“Çok üzüldüm.” Dedi.

Kapılarda pencerelerde zorlama yoktu. Hırsız nasıl ettiyse etmiş eve girmiş, ne tıraş takımlarına, ne ona, ne buna dokunmamış. Sadece bizim bahşiş kumbaramızı çalıp gitmişti. 

Hırsızlık hadisesinden sonra berber dükkanında fazla kalmadık. Ertesi gün ağlaya ağlaya köye döndük. Cebimde biriken otuz liradan başka para yoktu. Parayı babama uzattıysam da almadı. Kumbarada biriken ve çalınan şey aslında sadece para değil benim geleceğim ve hayallerimdi. 

Babam dediğini yaptı. Recep öğretmenimin tüm ısrarlarına rağmen, fakirlikten dolayı beni ortaokula yollayamadı. Okula gitmeyince hayata küstüm.

Ustalarım haber gönderseler de bir daha berber dükkanına dönüp çalışmadım. Çobanlık yaparak, ekin biçerek yıllarımı geçirdim. On sekiz yaşına girince Maden Teknik Aramada işe girdim. Çünkü ilk okul diplomam vardı. 

Askere gidip geldikten sonra aynı işime geri döndüm. Berberlik yıllarından tanıdığım, sevdiğim bir kızla da evlendim. Aynı yerde otuz yedi yıl çalışıp emekli oldum. Tam altı çocuğum oldu. Ben okuyamadım ama çocuklarımı sonuna kadar okuttum. Çocuklarımın kimi bilgisayar mühendisi, kimi öğretim görevlisi, kimi doktor, kimini eczacı, kimi de inşaat mühendisi oldu. Hepsini evlendirdim. 

Şimdilerde çocuklarımızı ziyaret ediyor, kimi zaman torun seviyor, kimi zaman torun bakıyoruz. Tamtamına sekiz torunum oldu. En küçüğü ise suna gözlü Naz torunum. 

Aklınıza şu soru takılmıştır.

“Peki hırsız kimdi? Kumbarayı kim çalmış” diyeceksiniz? Kimin yaptığı, kimin yanına kalmış ki? 

Nur yüzlü Kör Ali Ustamın ağır hasta olduğunu duyunca İstanbul’daki oğlu almış gelmiş. Duyunca koşa koşa yanına geçmiş olsuna gittim. Beni tanıdı. Hoş beş ederken o anlattı. 

Hayatımı ve hayallerimi çalan hırsız, bahşiş kumbarasını yok eden hırsız, meğerse Saatçi Dursun’muş. Kör Ali Ustam aylar sonra alışveriş yaptığı bakkala gittiğinde merakından ortağı Saatçi Dursun’un borcunu kapayıp kapamadığını sormuş. Bakkal borcun kapadığını söylemiş. Ama borcunu beş kuruş on kuruşluk bir çuval parayla yapmış. Parayı saymadan alan bakkal, Saatçinin üç yüz elli liralık borcunu silip dükkândan kovmuş.

Kör Ali Ustam bakkala bir şey demediyse de berber dükkanına Saatçi Dursun’a gelip bakkaldan duyduklarını anlatmış. Saatçiye bozuk paraları nereden bulduğunu, kumbarayı çalıp çalmadığını sormuş. Saatçi yemin billah ederek o paranın kendi parası olduğunu söylemiş. Ama o para kendi parası olamazmış çünkü Saatçi Dursun ezelden hırsızın tekiymiş. 

Kasabanın kaplıcalarına gelen bir misafirin saatini çalıp kaçarken jandarmalar tarafından yakalanıp mahkemeye çıkarılmış. Mahkûm olduysa da çıkan aflarla az biraz hapis yatıp çıkmış. İşte o günden beri Dursun’a Saatçi Dursun diyorlarmış. 

Saatçi Dursun, sonradan Bursa’ya yerleşmiş. Kaçırarak evlendiği hanımının üzerine başka bir kadını kaçırıp kuma diye getirince eski hanımı çocuklarını da yanına alarak evi terk etmiş. Bir zaman sonra Saatçi Dursun’u ikinci hanımı da terk edince Saatçi sefillik içinde ölüp gitmiş. 

Ustamın elini öpüp helalliğini alarak yanından ayrıldım. Ancak çok sevdiğim ustam da kısa zaman sonra sizlere ömür oldu. 

O günden beri ne zaman saatime baksam, geleceğimi çalan Saatçi Dursun aklıma gelir. Amma neylersin. 

Yine de hakkımı helal ediyorum. Yine de mekanı cennet olsun. Ölülerin arkasından iyi konuşmak lazımmış. 

Bize yakışanda bu değil mi? 

Ben kim miyim? Ben Erzurumlu Turgut Karaca’yım… 

 

GOT : Anadolu’da buğday ölçeği. 36 kg civarında bir ağırlık. İki yağ tenekesi karşılığı buğday.