Gençlik yıllarımın güzel sesi. Telli sazının Kayahan’ı, klavyenin ustası Ayhan ağabey. Olmadı be ğabey, hakikaten olmadı.
Bunca yılın yorgunluğu ile yıpranan kalbini düşünmediğin gibi, geride aileni, çocuğunu ve biz dostlarını bıraktın ve gittin. Erken gittin. Gitmenin erkeni geci olmaz da; Sonuçta ansızın ve hayallerini de gerçek edemeden gittin be ağabey.
Daha dündü yengemle gelecek planlarını dinlediğim sohbetimiz. Daha dün dü, çok sevdiğin adını onurla taşıdığın Çanakkale için dediklerin. Sen tam bir Çanakkale aşığıydın be ‘Ayhan Çanakkaleli’
Çanakkale bir değerini da ha yitirdi ya neyse… Kim anlayacak ki artık, sonuçta bi vardın ve şimdi gittin…
Ne de çok seviyordun çoğumuz gibi cennet Çanakkale’ yi. Bi başka anlam yükleniyordu sesinin tonuna Çanakkale derken. Aşk ve özlem sözleri dolu şarkılar gibi anlatıyordun düşüncelerini Çanakkale üzerine. Kısacası hayallerin çok güzeldi be ağabey.
İki lafın belini kıralım dediğim her karşılaşmamızda, sözün içine bi Çanakkale giriyor, çıkmak bilmiyor, vakit su gibi akıyor, Çanakkale anlatmakla bitiyordu. Çanakkale sohbetimiz bi türlü bitmiyordu. Her seferinde, ‘ben işe geç kalıyorum’ diyordum, sen de, ‘Boş ver…’
Demek ki, iş güç yalanmış. Geçek şu an senin ‘hallendiğin’ miş. Ölümmüş be ağabey.
Gelecekte, Çanakkale gibi hep anılacaksın vesselam. Bir ‘Ayhan Çanakkaleli’ vardı diye bahsetmeyeceğim senden, tıpkı sen gibi, tutku ile Çanakkale’ yi seven tüm yitirdiklerimiz gibi, Çanakkale içinde biz görmesek de, her daim yaşadığınız hissini yaşayacağız vesselam.
Dilimin ucuna kadar gelenleri, tekrarlamayacağım. Hoş bilen biliyor ya neyse…
Unutulmayacak bir arkadaş bir ağabeysin benim için. Öyle de kalacak, her daim unutulmadan yaşayacak ismin, tıpkı ‘Çanakkalem’ gibi.
Gitar öksüz, klavye yetim…
Hoşça kal be Ayhan ağabey…
Işıklar içinde rahat uyu…
Darısı diğerlerinin başına…
İsim vereyim mi? vermeyeyim mi? Vallahi bilemedim. Lakin, bir gece ansızın gelen istifanın ardından, tanıdıklarımın ettiği sözü tekrarlayınca, en azından onlara tercüman olduğumu, tanıdıklar bilecek. Bu da kafi…
Diğerleri derken,Anadolu’ dan bir kaç il, bir de büyükçe bir köy…
Anlayan anladı. Merakla bekleyeceğiz artık. Haklarında üretilen sözler bir yana, içinde bulundukları hainlik iddiaları bir yanda olunca, insan haliyle ‘Darısı diğerlerine’ diyor. Naparsın, dilin kemiği yok...
Bi skor ve bi anı…
90’ lardı sanırım. Ramazan günüydü. Biz bir minibüse doluşmuş, inanılacak gibi değil ama Edirne Selimiye gezisine çıkmıştık. Dedim ya Ramazan dı.
İnanılacak gibi derken, yanlış anlaşılmasın. Bir derby vardı ve biz derby yerine, Edirne ziyaretini seçmiştik. İçimizde Fener hastaları var iken elbet, ve de ben gibi.
Gençlik ya, Derby için stat değil, o yılların muhakkak ki aptal kutusunun başında, TV den izlerdik maçları. Hem de Kahvehanede… Stadyum da neymiş. Ne neyecan ne bağrış. Üstelik, ta anfi havasında. Köy kahvehanesi eski sinema olunca, oturma düzeni, birkaç basamak yüksek alanda ve hayli ilginç ortam. Masada otururken, kafa kaldırmak, sağa sola dönmek, zırt pırd ayağa dikilenlere ‘çökün…’ diye bağırmak zorunda kalmaksızın, 90 dakika fulll heyecan. Tribünde neymiş…?
Öyle idi bizim köy kahvesi. Amacım, kahvehanenin reklamını yapmak değil, ortamı aktarmak. Hemen abartmayın dediklerimi.
Hay Allah yine lafı uzattım da uzattım. Edirne ziyaretinden bahsediyordum ya, o gün derby. Fener-Cincon maçı.
Skor, 3-0 iken, Fenerimin skoru bi farkla alt üst etmesi. Bi fark derken, 3 yemişti de, 4 de anladınız siz onu.
Demek ki, bu skorlar bazı zamanlarda tekrarlanıyormuş. Kısacası üzülenler üzülmesin. En başta Vedat ağabey…
Skorda da dönüşüm, değişim şart. Hep öyle kalacak değil ya…